Milliyet Sanat dergisi Mart 2010 sayısında yayımlandı..
Gerçeklikten yoksun bir gerçekliğin modeller aracılığıyla üretildiği hipergerçek aşamaya geçtik bile çoktan. Gerçeğin sonsuz sayıda yeniden oluşumu mümkün. Yanılsama, yanlış algılama değil artık. Herhangi bir simülasyon modeli, zaten ne kadar gerçek olduğu tartışma götürür dünyanın yerini başlı başına alabiliyor; milyonlarca insan kendini bilgisayar oyunlarında yeniden varediyor. Ama zaten her sıkıştığımızda, kendimizi başkahramanı yerine koyduğumuz filmlere sığınmamız da bundan değil mi? Elmadan daha elma kokan çaylar içiyoruz. Biz gerçek değiliz, internetteki profilimiz gerçek. Temsili olan, yerimizi işgal etti. Rahatsız edecek sayısız distopik tablo rahatça çizilebilir, bardağın yarısı boş demeye mi bağlı sadece? Belki de bardağın dörtte üçü boştur artık!
Neriman Polat ve Hülya Eyidoğan, Pg Art Gallery’de açtıkları “güvenli bölge” sergisiyle, kanıksadığımız bu hipergerçekliğe dikkat çekiyor, farkındalık sağlamaya çalışıyorlar. Onlara göre “güvenli bölge”, tanımlanan simülatif dünyanın ta kendisi. Çünkü gerçek olan yeterince acıtıcı ve insanoğlu çoktandır bundan kaçıyor. Çevrelerindeki görüntülerden yola çıkarak Neriman Polat reklam, Hülya Eyidoğan ise filmlere odaklanan çalışmalar gerçekleştirmiş. Polat, “Bütün bu teknolojik imgeler aslında insanların güvenlik duygusu ihtiyaçları kullanılarak üretiliyor. Çünkü sanal dünya herkese güven telkin eden bir yer. Hiçbir risk almadığımız, gerçekliğin içine girmediğimiz ama sanki gerçekmiş gibi yaşadığımız bir alan.” diyor. Eyidoğan ise çıkış noktasını, “Mutlu olmak istediğimiz zaman bunu filmlerden alabiliyoruz. Bazen insan mutsuz da olmak istiyor, onu bile rahat koltuğumuzda, gerçekte etkilenmeden izleyip o duyguları yaşayabiliyor, tüketebiliyor ve sonrasında hayatımıza devam ediyoruz. Aslında yaşamadığımız ama kendimizi yaşamışız kabul ettiğimiz şeyler, üstelik duygusal anlamda yaşıyoruz da.” diye açıklıyor.
Yakın bir tarihte vizyona giren “Surrogates” filmini hatırlamamak mümkün değil. Herkesin evindeki koltuktan, kablolarla, kendi yarattığı bir nevi robot olan sanal karakterlere bağlanıp, onları yaşatarak yaşadıkları bir dünyayı anlatıyor film. Dolayısıyla her kadın “güzel”, her erkek “yakışıklı” ve elbette herkes genç. Neredeyse kimse siyahi, kimse hispanic değil!.. Duyabiliyor, konuşabiliyor ve hissedebiliyor ama aslında tüm bunları kumanda edene taşıyan araç oluyorlar. Aracın amaçlaşması, filmin kilit noktası. Tanıdık gelen bir paradoks; değil mi?
Güvenli bölgenin ne kadar güvenli olduğu da tartışma götürür bir nokta; “Ama bunlar sadece bize bir sürü duygunun ikame ettirilmesi ile ilgili, gerçeklikten kaçmanın bir yolu. Oradaki bölgeye sığınıyoruz …” diyor Neriman Polat. Ancak burada “gerçek”ten anladığımızın tanımını da yapmak lazım. Yani anlamı da anlamlandırmak gerek.(1) Her şeyin illüzyon olduğu bir dünyada artık illüzyon kalmaz; zira sanal gereklik de bir gerçeklik değil mi? Hülya Eyidoğan şöyle yanıtlıyor bunu; “Kişiye özel bir gerçeklik söz konusu. Sadece kişi farkında, başkası o duygunun içinde olamaz, gerçek tamamen bireyselleşiyor.”
Neriman Polat’ın sergide yer alan “Sevince” ve “Vitrin Performansları” serileri, gerçekliğin dönüşümünün yaşandığı noktada, sanatçının tabiriyle “ara sınırda” yer alıyor. “Sevince”de, oyuncak bebek fotoğraflı bir billboarda bakan, dokunan ve son karede sarılan bir genç kızı izliyoruz. Sarıldığı nokta, “güvenli bölge”nin ta kendisi. Gerçeklik, reklam imgesiyle kurduğu iletişimde onunla bütünleşmeye çalışan kızla birlikte o ikisinin birleşim noktasının gerçekliği oluyor. Beden de, imgeyle giriftleşerek yeni bir tanıma ihtiyaç duyuyor artık!
“Ama bütün bunlar bir taraftan da çelişkili” diye devam ediyor Neriman Polat; “Çünkü yaratılan sanal gerçeklik kendi doğasına sahip olsa da aynı zamanda kurgulanmış bir şey. Tüm bunlarla birlikte biz reklamlarda steril dünyaya ait gerçekleri görürken bir yanda, örneğin 16 yaşındaki bir genç kız, Medine Memi canlı canlı toprağa gömülebiliyor. Çok kaotik, trajik bir dünya. Gerçekler de imgeye dönüşüp, imge mezarlığına gidiyor… İnsanlar gitgide daha da duyarsızlaşıyor… Acı çekmeden oturup sadece seyreden izleyicilere dönüştük.”
Polat, “İnsan neyle özdeşleşmek ister, neden benzerini arar” gibi soruları sorarak, cevap vermeye değil ama kilit görsel durumlar yakalamaya uğraşan bir sanatçı. Sergide yer alan bu doğrultuda gerçekleştirdiği diğer çalışma “Vitrin Performansları”nın başkahramanı sanatçının kendisi. Seride görüntüyle özdeşlemeden, onunla dalga geçme hali söz konusu. Büyük bir kadın figürünün bulunduğu reklam panosunun önünde aynı hareketi yapmaya çalışan, şuh bir kadın mankenin yer aldığı vitrinin yansımasına girmiş ama asla iletişim kuramamış ya da kocaman bir billboarddaki yastık görüntüsüne kafasını koyup sızmış, yoldan geçerken uyuyakalmış birini izliyoruz... Üstümüze gelen bu görüntülere müdahale edebilmeye, onlarla başa çıkabilmeye dair önerilerden birkaçına şahit oluyoruz. Hınzırca kurgulanmış bu yöntem, dayatılanla başa çıkabilmenin bazı yollarını salık veriyor. Denemek mümkün, herkesin hınzırlığı kendi yaratıcılığında saklı. Ancak belgelemedikçe, başkasına göstermedikçe, dile getirmedikçe bu yöntemi uygulamanın, yani imgeyle mücadeleyi kişisel tatmin düzeyinde tutmanın tercihi de bize kalmış bir şey.
Hülya Eyidoğan’ın 16 filmden 16 kare alıp tuvale yağlıboyayla resmetmesi, hipergerçekçi sanat anlayışını anımsatsa da sanatçı fotoğrafik bir gerçeklik yakalamayı tercih etmiyor. Aynı sözcüklerde buluşan, insanın kendiyle olan yakınlığını, uzaklığını simgeleyen, umutsuzlukla iletişim kuramama durumunu işaret eden kareleri Eyidoğan, filmlerin yarattığı gerçekliği de sorgular biçimde ele alıyor. Hayatı kopyalayan sinema dilini yeniden, bu kez resimle kopyalamak, ancak bunu renkleri deforme ederek soft, eskitilmiş, kirletilmiş halde kullanmak, varolan cyber teknolojisini reddetme biçimde okunabiliyor. Sanatçı bu birbirinden bağımsız kareleri yan yana getirerek gerçekleştirdiği bir videoyu da sergide izleyiciyle buluşturuyor.
“İmgeler ölümcül güce sahiptir.” demişti Baudrillard.(2) Neriman Polat’ın altını çizdiği şu nokta bilahare önemli: “Kullanılan bütün imgelerin de Batı kökenli beyaz ırk olduklarını hatırlamak lazım tabii. Reklamlarda, billboardlarda gördüğümüz imgeler Batı merkezli. Biz kendi toplumumuza ait tipoloji görmüyoruz.” Burada Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki Bedii Usta’yı hatırlamamak mümkün değil. Hani “Türk mimikli” vitrin mankenleri yaptığı için “… Türkler artık Türk değil, baş¬ka bir şey olmak istiyorlar. Almak istedikleri as¬lında elbise değil, o elbiseyi giyen ötekiler gibi ol¬ma hayalidir” cevabıyla reddedilen Bedii Usta’yı…(3)
Sorulması gerekiyor: Bu kadar kurgulanmış bir dünyada özne de kurgu değil mi aslında? İmajları kurgulayan biziz ve kurguladıklarımızla kurgulanıyoruz. Eyidoğan “Rol çalıyoruz o imajlardan” diyor. Düşünmemize bile gerek kalmadan, farkında olmadan, rol modeller sunuluyor önümüze. “Bizim sanatçı olarak derdimiz de bunun böyle olduğunu unutmamak, hatırlatmak ve varolan bu kurguyu kırmak bozmak, dekonstrüksiyona uğratmak, dönüştürmek ve son kertede yeniden üretmek olmalı zaten” diyor Neriman Polat ise.