Gençsanat dergisi Şubat 2013 tarihli sayısından.
Ağırlıklı olarak
sanat piyasası üzerine yazan Sarah Thornton bir süreliğine yazmaya ara
verdiğini duyurdu. Manifester bir metin yayınladı ve ortamın yüzlerce kirli
yüzünün sadece on tanesini kendince ifşa ederek ortalığı ayağa kaldırdı. Üzerine
ABD’li sanat eleştirmeni Dave Hickey’nin, eleştirmenin işinin artık zengin
insanlara şef garsonluk yapmaktan ibaret olduğu iddiasıyla emekliliğe ayrılması
haberi geldi ve akabinde dünyada pek çok yayın sanat eleştirisinin krizi
üzerine yazılar yayımlamaya başladı. Bu olaylar, Türkiye’de önceki onyıllarda
farklı bağlamlarda -örneğin 80’ler ve 90’larda çağdaş sanat eleştirisinin nasıl
bir dil içinden kurgulanacağı gibi- tartışılan
eleştiri ve eleştirmenlik meselesinin bu kez piyasa ile ilişkisi doğrultusunda
yeniden gündeme gelmesine yol açtı. Bir gazete birkaç yıllık kış uykusundan
uyandı ve son yıllardaki popülist yayıncılığının özrünü diler gibi sanat
eleştirisinin eleştirisini haber yaptı, arka arkaya yazılar yayınladı; sosyal
medyada gündem yarattı; kendi sanatı-galerisi-sergisi hakkında yeterince
yazılmadığı için eleştiriyi-eleştirmeni reddeden, Thornton'un açıklamalarını
böylesi kadük bir niyetle ve zevkle paylaşan insanlar oldu, adının önüne farklı
titrler ekleyen pek çokları bir yolunu bulup yorum yaptı, kimi “şef garsonlar”
günah çıkarmaya başladı; galeriler konferanslar düzenledi; konunun aynı
tarihlerde gerçekleşen AICA panellerine1 denk gelmesi, tartışmaların
iyice ateşlenmesine yol açtı. Mesele farklı yönleriyle tartışıldı. Ancak iliklerimize
işlemiş yargısız infazla linçe eğilimli ağır kültür yine refleksini gösterdi ve
çağdaş sanatın eleştirisi ile eleştirmenliğin bittiği, tükendiği sonucuna
varıldı. Bu gayya kuyusunda eleştirmen, büyük kurumların desteklediği sanatı
savunarak kapitalin ekmeğine yağ sürmekten, hep aynı çevrenin sanatçılarını
yazarak objektif davranmadığına kadar varan suçlamalarla karşı karşıya kaldı.
Özellikle Thornton’un
sanat piyasası hakkında yazmaktan vazgeçmesinin Türkiye’de eleştiri ve
eleştirmenlik meselelerine tartışma zemini oluşturması, daha derindeki probleme
götürüyor bizi. Denebilir ki piyasa hakkında yazmış olmak, bu coğrafyada sanat eleştirisi
ile eşdeğer görülüyor. Şu da bir gerçek; çoğunluğun “sanat yazarı” ya da “sanat
eleştirmeni” denen kişiden anladığı, basın bülteni yazan iletişimciden ya da bu
bültenden haber derleyen gazeticiden farksız. Bu meselenin tek faili sahiden
eleştirmen mi? Amacımız “gerçek eleştirmen”in tanımını yapmak vb. elbette
olamaz. Buna kalkışacak bir merci ve hatta böyle bir tanım da olamaz. Öte
yandan Kantçı, rasyonalist bir eleştiri geleneğinin dönüşerek bugüne geldiği noktada
meselenin farklı boyutlarına, tabiri caizse “içeriden” bir bakış atmak gerek.
Walter Benjamin,
sanat eseri belli bir zamanda belli bir yerde olan bir kimse ile dinamik ve
diyalektik bir ilişki içine girinceye yani yorumlanıncaya kadar “ölü bir madde”
olarak kalmaya ya da “salt estetik” olmaya mahkûmdur der.2 20.
yüzyılda sanat ve eleştirinin bıçak sırtı ilişkisi pek çok farklı biçime
büründü. Kimi zaman eleştirmenin rolünü benimseyen sanat eleştiriyi reddetti,
kimi zaman eleştiri sanatı kınadı. Klişe gibi gelebilecek bir tarifle,
birbirini değiştirip dönüştürerek ve inatla birbirine muhtaç iki dinamik oldu sanat
ve eleştiri. Türkiye’de ise farklı dönemlerde gerek figür-soyut, gerek
yerellik-evrensellik, gerekse avangard çıkışlarla birlikte yapılan tartışmalar
ekseninde sanat eleştirisi süregeldi. Hayli dinamik sanat, onu gören, söz
söyleyen, göklere çıkaran, yerlere vuran dilin performatif sınırları dahilinde
başkalaşımını sürdürdü; analiz yerine söylemi öne çıkaran bir biçim doğdu. Ali
Akay’ın dediği gibi, “Yazar, eleştiri yapan, yani yargılayan değil; dili
sorgulayan, dile sorular soran bir tavır takınmaya başladı.”3
Türkiye’de
–tıpkı dünyada olduğu gibi– sanat ortamı galericisi, müzayedecisi, sanat kurumu
yöneticisi, gazetecisi, halkla ilişkilercisi vd. farklı konumlardaki aktörlerin
manipülasyonlarından etkilenirken, sanat eleştirisi de bu ortama hizmet etmeye
koşullanmakla suçlanıyor. Thornton’un şikâyetlerinin etrafında döndüğü asıl
problem bu. Sanat, nihayetinde ekonomik dinamikler doğrultusunda belirleniyor
ve günah çıkarırsak bunda eleştirmenin de bir biçimde payı olduğu kuşkusuz.
Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabında söylediği gibi dergi
hür tefekkürün kalesi mi hâlâ? Ali Artun e-skop’da yazdığı Eleştiriden İstifa
başlıklı yazısında4 “… ‘eleştirmenler’, Akbank’ın sanatın
finansallaştırılmasına hasredilen Art Unlimited gazetesi veya sanatı bir
emlak spekülasyonu mekanizmasına dönüştüren Bay İnşaat’ın Artfull Living-A
New Concept Inspired by Art dergisi gibi yayınlarda boy göstermekte, onları
üretmekte bir sakınca görmemektedir,” diyor. Sisteme entegre olmayı ilkesel
olarak reddeden avangard gelenekten5 beslenen çağdaş sanatın, bizzat
bir finans kurumu tarafından yayınlanan dergide eleştirmen vasıtasıyla yer
almasını eleştiriyor Artun. Bu, toptancılığa meyleden bir yaklaşım. Çünkü
açıkça ortada olduğu gibi, kapitalist sistem, kültürel düzeyde kendinin tam zıddı
bir fikri ya da sanatı barındırabiliyor, ona alan yaratabiliyor. Sanat ticari
bir karakter, bir yatırım, para kazanma aracına indirgenir görünse de direnme
noktalarını saklı tutuyor. Bu hep böyle oldu. Sanata hizmet eden kurumların
sistemle ilişkilerini tartışmaya ise ne sayfalar yeter ne de zaman. Bu bakış
açısıyla Art Unlimited’i
yargılayacaksak, örneğin yıllardır Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkarılan Sanat Dünyamız dergisini, artık
gelenekleştiği ve özellikle de yeni yayın çizgisine geçmeden önce pek çok
önemli dosyaya yer verdiği için yargılamayacak mıyız? Her iki yayına da
yazmamış biri olarak soruyorum: bir yayının, galerinin, bir imzanın
bağımsızlığı, hür tefekküre sahipliği, onu finanse edenin sınıfsal karakteriyle
belirlenebilir mi? Buralarda yazma ya da yazmamanın kriteri sansür, yani fikire
müdahale olarak alınabilir mi? Öte yandan, konuyu derinlemesine tahlil edenlerin
çok daha iyi bildiği bir de şu vardır ki böylesi durumlarda devreye oto-sansür
girebilir. Hiçbir yayın gibi bu yayınlar da herkese-her şeye eşit mesafede
değiller, bu yayıncılık ilkeleri açısından gerçekçi değil. Yayın editörü patron
müdahalesiyle karşılaşmaz, yazar editörün zulmüne maruz kalmaz belki ve fakat
hangi konu-sanatçı-serginin sayfalarda yer alacağı yani seçimler ve dilin
esnekliği, bir bakmışsınız mensubu olunan markanın prestijini üretirken,
patronun koleksiyonunu yaptığı ismi belki de hak etmediği halde onore etmektesinizdir.
Kimse bunun yapılmadığını iddia edemez.
Çoğumuz, 1990’lı
yıllarda kendini bir kültür ortamında hissederken son yıllarda ekonomik sistem
içinde kendi iradesi dışında araçsallaştırıldığını ve daha çok bir kültür
endüstrisi içinde bulunduğunu hissettiğini söyleyen Ahu Antmen’le aynı hisleri
paylaşıyoruz.6 Bu durumda eleştirmene düşen seçim yapabilme ve kendi
direnme noktalarını yaratabilmek olmalı. Elbette herkes kendinden mesul ve
analiz yaparken toptan yargılamak yerine örnekler üzerinden eleştirmekte fayda
var.
Pek
dillendirilmeyen bir başka gerçek ise, Türkiye’de sanat yazarlığının, eleştirmenliğin,
sanat profesyonelliğinde bir sonraki adıma geçiş aşaması gibi kullanıldığı.
Sanki küratör olarak bir projede yer almadan önce isminizi duyurmak, isminizi
duyurmak için de kimi gazete ve dergilerde yazmak zorundasınız gibi bir işleyiş
altan alta kendini gösteriyor. Her iki rolü de süregelen bir biçimde
yürütenlere ise elbette lafımız yok. Yazmak kimsenin tekelinde değil; dünyada
da pek çok işi bir arada yapanlar var. Ama sanki sınırlar daha iyi çizilmiş,
konumlar daha belirli. İstisnaları muhakkak mevcut ama “eleştirmen”
saygınlığına sahip dünya çapında isimler, farklı şeylerle meşgul olsalar da önce
eleştirmendirler; hem eleştirmen, hem küratör, hem kurum yöneticisi değil.
Yaptığı işlerin arasına kalın kontur çizgileri koyabilenler gerekli saygınlığa
ulaşırlar. Böylece ülkemizdeki gibi küratörlüğünü yaptığı sergi hakkında hiç
çekinmeksizin değerlendirme yazısını da kendisi yazıp bastıranlara pek
rastlanmaz.
Eleştirmenin bu “açgözlü”
yaklaşımı, popüler yayınların elbette tercih ettiği bir durum. Kendi adıma
yaşadığım son olay; henüz gerçekleşmemiş Mardin Bienali hakkında basın
bültenine dayanarak bir yazı yazmamın istenmesi ve gerekçemi de belirterek
yazmayacağımı söylemem üzerine bir daha o yayından yazı önerisi gelmemesi
şeklinde oldu örneğin. Yazı önerisini reddetmesem, bültenin dışına çıkabilmek
için yaratıcı yazarlık denemeleri sergilemekten başka çarem kalmayacaktı. Gayet
iyi niyetle sayfalarında bu etkinliğe yer vermek isteyen dergiyi mi suçlamalı
bu durumda? Yanlış bir zaman hesabı yapıldığı gerçek. Etkinliğin başladığı ay
tek sayfalık haber yapıp, ertesi ay, etkinlik bitmiş bile olsa değerlendirme
yazılarına yer vermek çok mu zor? Sanat üzerine yazılar sadece o etkinliklerin
zamanına denk gelen tanıtıcı ürünler mi?
Öte yandan bazı
yayınlarda ismini gösteriyor olmak, bazı “eleştirmenler”in özellikle tercih
ettiği bir şey haline geldi. Görünürlük meselesi, merkezin merkezindeki
cemaatlere aidiyet, buradan payeleniyor tam
da. Ülke gündemine dair o gün, o hafta hangi olay patlamışsa sonuna kadar
tüketmeye muktedir televizyon yayıncılarının temcit pilavı misali aynı isimleri
yayına sürmeleri gibi; yayıncıların da hatasıyla kimi sanat eleştirmenleri bir
bakmışsınız kırdan, bir bakmışsınız bayırdan mevzularla aynı derginin aynı
sayısında iki makaleyle karşımızda! Uzmanlaşma postmodernizmle birlikte tarihe
karışmış olabilir. Ancak, özellikle de genç bir eleştirmen, ayda en fazla kaç
konuyu hakkıyla çalışıp üretebilir ve bu üretilenlerin derinliği ne ölçüde
olabilir? Ya da bir küratör ayda en fazla kaç sergi yapabilir? Peki yılda? O
ismin bu kadar çok üretir ve görünür olması, fırsatların eşitsiz dağıtıldığı ve
yetişmekte olan onlarcasının çalışamaması acı gerçeğini ortaya çıkarmaz?
Yıllardır bu yaşanmıyor mu? Eleştirmenin tam tersine, yazının da bu tip
“sektör”leşmesine karşı durması gerekmez mi?
Ali Artun söz
konusu makalesinde “Bugün artık Eleştirmenler Derneği’nin bir “asgari ücret
tarifesi” vardır: eleştirmen kaç paralıktır?” diye soruyor. Eleştiri,
literatüre dair ve her fikir eseri gibi imza sahibine ait, maddi de bir
karşılığı var. Üyesi olduğum AICA’nın ücret tarifesinden yola çıkarak
eleştirmenin kaç paralık olduğunu sormanın büyük haksızlık olduğu kanısındayım.
Basit bir cemaatçilikle savunuya geçtiğim sanılmasın; ama AICA’nın hemen her
toplantısında bir biçimde tartıştığı bir konu bu. Üstelik banka dergileri ya da
holding gazeteleri de dahil, tarifeye uyan bir yayın yok. Uysa bile hiçbir
eleştirmen, şimdi olduğu gibi sadece yazılarıyla hayatını kazanamaz. Artun’un
sorduğu soruya ise yine sorularla samimi yanıtlar aramaya çalışalım: Diyelim
eleştirmen, ürettiğinin ülkemizde tabiri caizse “üç kuruş” olan karşılığından
da vazgeçti. Bu daha mı sağlıklı olur? Eleştirmen
-soruyu en sekter biçimde sorarsak- yaşamını idame ettirmek için yaptığı başka
işlerle ilgilenmekten bu yolla vazgeçebilir mi? Yoksa tam tersi bir mantık mı
kurmak gerekir? Belki safdilli bir örnek ancak teşbihte hata olmaz;
İngiltere’de yargı sisteminde söz sahibi yargıçlara devlet tarafından verilen
açık çek, onların satın alınamazlığını sağlıyorsa, AICA’nın belirlediği ücret
tarifesi hayata geçtiğinde, eleştirmen daha seçici davranmaz mı? Üstelik gayet
mütevazi olan bu ücretlerle birdenbire Dave Hickey’nin olmaktan tiksindiği gibi
“courtier class” yani saray
sınıfından eleştirmenler peydah olmaz; kimse korkmasın.
Yazarın
bağımsızlığını salt parayla kazanabileceğine inanmak elbette ne kadar absürdse,
parasız kazanabileceğine inanmak da o kadar arkaik. Ama hâlihazırda bağımsız,
özgün ve eşitlikçi olmaya çalışan bir yazar sadece böylece kendisine önerilen
yazılar arasından seçim yapabilir ve ancak böylece sadece istediği için hiç
karşılık beklemeden bile yazabilme lüksüne kavuşmaz mı? Böyle bir niyeti
olmayan, sadece şan, şöhret ve servet peşindeki güya “eleştirmen”in de kendini
çabuk tüketeceği, kısa sürede teşhir olacağı; öte yandan çokça yayında çok daha
fazla ismin ve hür iradesiyle istediğini yazabileceği bir sistem hayali çok mu
zor? Bu hayali kurmaya başlamak için öncelikle tamamen sisteme entegre olmuş,
ehlileşmiş bir sanat ve sanat eleştirisi ön kabulünden kurtulmak gerekiyor. Bu
kabul, mevcut teslimiyetlere bekledikleri önemi vermekten başka işe yaramaz
çünkü. Piyasaya yenik düşmeyen eleştiri, kendi dinamiklerini üretmiş,
kurumsallaşmış bir merci haline gelmeyle mümkün olur ancak. Bu mercinin
bağımsız karakterini yaratmak ise, sanatın sistem ile olan ilişkisinin
katılaşmış yanlarını ifşa edebilen ve yüzünü böyle olmayana dönen, parayla olan
etik ve profesyonel mesafesini kendine özgü yollar çizerek belirleyen eleştirmenin
ellerinde saklı.
1 AICA Uluslararası Eleştirmenler Derneği Türkiye
Şubesi’nin düzenlediği “1980’den Günümüze Türkiye’de Görsel Sanatlar:
Tanıklıklar ve Paylaşımlar”, 21-22 Aralık, 28-29 Aralık 2012, 4-5 Ocak 2012,
MSGSÜ Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu.
2Walter Benjamin, Brecht 'i Anlamak, Çev: Güven
Işısağ-Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2000.
3 Ali Akay,
“Sanat yazısı devam ediyor: Formu değişti”,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1116319&CategoryID=41
4 http://www.e-skop.com/skopbulten/elestiriden-istifa/1049#.UOP3M9qNORY.twitter
5 Her avangard
çıkışın bir süre sonra sistem tarafından içselleştirildiği gerçeğini de göz
önünde bulundurarak…
6 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1113864&CategoryID=41