22 Kasım 2010 Pazartesi
sanat tarihçileri
" .. sanat tarihçileri gerçek sanat yıkıcılarıdır, dedi reger. sanat tarihçileri sanat üzerine onu öldürene kadar gevezelik ederler. sanatın, sanat tarihçileri tarafından ölümüne gevezeliği yapılır. aman tanrım diye düşünüyorum çoğunlukla bu bankın üzerinde otururken, önümden sanat tarihçileri çaresiz sürülerini sürüklerken, işte bu sanat tarihçileri tarafından sanat onlardan uzaklaştırılacak, kesinlikle sürülecek olan tüm bu insanlara yazık, dedi reger. sanat tarihçilerinin var olanlar içindeki işi en berbat iş ve geveze bir sanat tarihçisi, ki yalnız geveze sanat tarihçileri var aslında, kırbaçla kovalanmalı, sanat dünyasının dışına itilmeli, dedi reger, dışarı itilmeli çünkü tüm sanat tarihçileri asıl sanat yıkımcıları ve biz sanatı sanat yıkımcısı sanat tarihçilerine yıktırmamalıyız. bir sanat tarihçisi dinlediğimizde midemiz bulanır, dedi, sanat tarihçisini dinlerken gevezelik ettiği sanatın nasıl yıkıldığını görürüz, sanat tarihçisinin gevezeliği ile sanat dumura uğrar ve yok edilir. binlerce, hatta onbinlerce sanat tarihçisi sanatı gevezeliğe döküp mahvederler, dedi. sanat tarihçileri gerçek sanat katilleridir, bir sanat tarihçisini dinleyecek olursak, sanatın yok edilmesine katılmış oluruz, bir sanat tarihçisinin ortaya çıktığı yerde sanat yok edilir, gerçek bu..."
thomas bernhard "eski ustalar"
12 Kasım 2010 Cuma
“Çok Güzel” sergi!
18. yüzyıldan itibaren “güzel sanatlar” derken sanatı bugün “plastik sanatlar” diye nitelememiz tesadüften değil elbet. Sanatın derdi her dönem başka oldu; tanrısallığından arınmasından sonra “güzel”i yadsır hale gelmesiyse bugünkü sanatsal dilin başlıca problemlerinden. İstanbul 2010 Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, Taşınabilir Sanat Projesi içinde yer alan “Çok Güzel” sergisi şeytanın avukatlığını yapıyor ve güzellik meselesine odaklanıyor. Küçükçekmece Belediyesi işbirliğiyle Cennet Kültür ve Sanat Merkezi’nde açılan, küratörlüğünü Fatih Balcı’nın yaptığı sergide 15 sanatçının işleri yer alıyor.
Çalışmalarında botanik bilgisini bolca kullanan Maria Sezer’in sergi salonunun zeminine lavantadan oluşturduğu yerleştirme, desenini Budist rahiplerin hayatın geçiciliğini, güzel olan şeylerin narinliğini göstermek için yaptıkları renkli kumlardan alıyor. Elbette kum yerine kullanılan lavanta, yaydığı kokuyla izleyeni içine alırken güzel olanın ne kadar emek ve sabır istediğini de bir kez daha hatırlatıyor. Şinasi Güneş, “Ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça” şiarıyla, genç ve güzel sevgilinin suretini “Aşk” adlı videosuyla sergiye taşıyor. Kızın rüzgârda dağılan saçları yüzünü gizlerken, izleyicinin gördüğü “sevgili imgesi” ve duyduğu rüzgârın sesinden başka bir şey olmuyor. Şakir Gökçebağ toplumsal bir temsiliyet nesnesi sayılabilecek ayçekirdeği ile duvar üzerinde oluşturduğu İstanbul peyzajında, kentin tüketim nesnesine indirgenmiş haline odaklanıyor. Güler Güngör çalışmasıyla, yedi tepeli İstanbul’u altın varaklı çerçeve ve lale formuyla bu kez yetmiş yedi tepeli gösterirken Coşkun Sami de kent siluetinin baskın unsurları cami ve külliyeleri yan yana koyarak meseleye benzer bir duyarlılıkla yaklaşıyor. İstanbul’a odaklanan bir diğer sanatçı Sibel Balcı ise “Temizlik” adlı yerleştirmesinde, İstanbul’a ait sokak görüntülerinin renkli ve renksiz fotokopilerini, kendi kişisel çamaşırlarıyla beraber asarak kurutuyor. Serginin küratörü de olan Fatih Balcı’nın videosu, güzelin varlığını sorgulayan bir çalışma. Bir soprano ve yan flütçünün seslendirdiği Frank Sinatra şarkısı “My way”i dinler ve martıları izlerken, bu mini konserin Çanakkale çöplüğünün içinde gerçekleştiğini fark edince irkilmemek elde değil.
Sergideki diğer sanatçılar arasında yer alan Hülya Küpçüoğlu, güzellik meselesine popüler imgelerle odaklanırken, Serpil Kapar ise hem biçim hem içeriğiyle kadınsı yaratıma ve zarafete tuvalinde yer veriyor. Selahattin Yıldırım büyük boyutlu üç resmiyle, resim disiplininin kurallarını göz ardı etmeden estetik sonuçlara ulaşma çabasında. Seyhan Boztepe’nin “Kapılar”ı, Kurucu Koçanoğlu’nun “Diken İmgeler”i ve Gül Ilgaz’ın “Geç Git” adlı çalışmaları da sergide görülebiliyor.
Umberto Eco “Güzelliğin Tarihi”nde “güzel”in anlatılamayacağını ancak gösterilebileceğini söyler ve kendisi sayfalar dolusu imge sunar okuyucuya. “Çok Güzel”, güzelin nereye gittiğinden yola çıkan bir arayış sergisi. Sanatçılar arasında bize sunduklarıyla güzeli bulduğunu iddia eden de var, bulmak gerektiğini dikte eden de. Sergi 31 kasıma kadar izlenebilir.
10 Kasım 2010 Çarşamba
MANİFESTO! "Kod Kod İçinde Kırılır"*
rh+sanat dergisi 36. sayısının kapak yazısı.. 2007'de kaleme alındığında hâlâ yazılmış son sanat manifestosuydu!!!
Manifesto yazmak, henüz bir olasılık olan, var olmayan bir ülkenin/ulusun bayrağını dalgalandırmak gibidir; yersiz yurtsuz bir hayatın coğrafyasında. Hiçbir yere yerleşmeyen, hiçbir yerde evindeymiş gibi hissetmeyen, ama her yeri yurdu bilen. Yurdunu dilinde ve imgeleminde saklayan. Bayrağın rengi, boyutları ve üzerindeki simgeler; yatağını yadırgayan sular ve dile sığmayan sözcüklerdir. Manifestolar, ayağını bastığı toprağı yurt edinemeyen, yüzünü mümkün olasılıklara çevirmiş çığlıklardır! Manifestolar, ne olduğumuz kadar ne olmadığımızı da söylerler. Kökenin kaderi belirlemesine, mevcudun mutlaklaşmasına, bir yer ve zaman olarak yitirilmiş cennetlere teşne olmadan, yaratılacak, inşa edilecek bir durum, anlam ve yaşamın fısıltısını taşırlar. Dil kekemeyken, ufuk kararırken, akıl tutulmuşken, ruh bedene sığmazken ve yürümek gitmeye yetmiyorken yazılırlar. Çünkü Minerva’nın Baykuşu gecenin en karanlık anında açar kanatlarını. Kod, kod içinde kırılır şiarıyla; şimdiye takılmış zamanı, buraya kapatılmış “yer”i ayartan, yoldan çıkaran virüsler salar zihinlere.
İnsan bir ilişkiler toplamıdır ve insanın insanla ilişkisi artık imgelerin ürettiği hakikatle dolayımlıdır. Doğası gereği imgelerin düzeni bilginin ve iktidarın düzeninin işleyeceği mekânlar kurar. Bilgi ve estetik beğeni üzerinden üretilen haz, kültürel sermaye olarak toplumsal çelişkileri ve çatışmaları içerir; çatışma alanlarında üretilir ve çatışmanın taraflarının konumlarından, çıkarlarından bağımsız değildir. Buna rağmen ve sırf bu yüzden, rahatsız/huzursuz eden bir şey söylemek, göstermek; bazen eksiği, bazen de eksilterek geride kalanı görünür kılmak, bir virüs zekâsıyla, sabotör bir sızmayla içine inerek verili toplumsal yapının, yeniden dönmek; başka hallerimizi de alarak yanımıza, barışmak için kendimizle. Beden ve ruh arasında sıkışmadan, bedene ve ruha tutunarak bir kendilik üretmek için bildiklerimizle yaptıklarımız arasındaki imkânsızı aşarak var olmak. Modern uygarlık, imgelerin düzeni ve bağlamı üzerinden kendi yapıcılarını üretiyorken, kod kıran, ezber bozan ayraçlar gibi imgeler salmak anlam/değer piramitlerine.
Bir sanat dergisi neden manifester bir ıslık çalar? Üstelik günümüzün “Manifestolar bitti!” ayetlerine karşı nasıl ve neden yapar? Üstelik üstümüzde gezinen hayaletin, yaklaşan uğultunun adını koymaktan çekinirken; basacak bir yer, tutunacak bir dal ve karşı durulacak bir bildik/katı/somut “karşı” yokken. Eriyen, akışkan heryerdeliğiyle bir ilişkiler toplamı olarak sistem, koordinatsızlığın ele geçmez, etrafı çevrilemez yapısıyla bizi pusulasız, fenersiz bırakmışken, bir manifesto nereden ve kime konuşur? Konuşan kimdir? Hem nasıl bir manifesto günümüz insanının etik, estetik ve varoluşsal kinizmiyle baş edecek ölçüde ayartabilir? Görüntünün ceberut işgali karşısında hangi manifestoyla pusu kurulur; hem de görüntü üretme biçimleri alanında çıkan bir dergi olarak, işgale katılma, cellâda âşık olma riski/engeli nasıl ve hangi virüsle imkâna çevrilebilir? Sadece sorular salarak fildişi kulelere, kalelere; çatlağından, yarığından yakaladığımız görüntülerin sınıfsal, tarihsel ve etik talanının peçesi nasıl açılır? “Kral çıplak” çığlığına nasıl dâhil olunur?
Septik agresyonumuzun enerjisini iç patlamalara değil, düşmanın adını koyarak yaratıcı yıkım dalgalarına katmak istiyoruz. Mevcut toplumsal bedenin piramidal yapısını ters çevirmekle sınırlı değil ufkumuz; amaç tahterevallinin üstündeki yerimizi değiştirmek de değil. Bu yapıyı ve mantığı iptal etmek istiyoruz! Eksiğin eğrisinden, fazlanın kamburundan kurtulmak için, yaşam bir sanat olsun diyoruz.
Egemen telkin ve vaaz “Manifestolar dönemi bitti; best-seller çağı başladı!” diyerek dilde ve imgede pusu kurarken, beklentilere uygun sanat ve edebiyat yapmak moda artık. Bu gerçeklik içinde yaşamdan ve yaratıcı özgürlükten yanalık, aynı zamanda mevcut beğenilerin sahibini/kabullenenini de karşımıza almamızı gerektiriyor.
Manifestomuzun yurt edindiği dil; nostalji ve melankolinin ötesinde, şizoit bir özgürlük, sabrı taşmış acıların çığlığı, karşıtların ve tüm çelişkilerin, tuhaflıkların ve tutarsızlıkların iç içe geçmesi, yani hayat! Eylemimizin amacı, yatıştırmak ve kriz çözücü olmak değil, olumsuzlamak ve kriz yaratmak; var olanın suratında bir tokat gibi patlayacak eserlere neden olmak. Mevcut toplumsal yapıdan ve sistemin nimetlerinden en üst seviyede faydalananların “en muhalif/aykırı” kelamlar sarf ettiği ve yoksul/yoksun sınıfların muhafazakâr/statükocu siyasetlere angaje olduğu günümüzde sanatın nesnesi, faili ve muhatabını zorlu bir tartışmaya açmak esas olan.
Aslında ta başından bugüne ruhumuzu kurtaracak söyleme/gösterme/yapma biçimini arıyoruz. Dergimizin her sayısı, kurmak istediğimiz tek cümlenin birer sözcüğü. Her sayıda tümcemize yaklaşıyoruz. İlk sayısı Eylül 2002’de “Sansür” dosyasıyla çıkan dergimizin egemen ahlak ve statüko karşısındaki etik/estetik konumunu işaretleyen bir kapsamı vardı. 2006 yılının ilk sayısının dosya konusu olan “PicasSA” ise, sanat – piyasa ilişkisinin sanata ve hayata iyi gelmediğini söyleyen bir sayıydı. Ama kat edilen yol asıl derdimizi ve ereğimizi anlatmaya henüz yetmiyor. Bir sayımızda uzlaşmaz ve dizginlenemezliğiyle bir kategori olarak gençliği kapağımıza taşıyarak, dergimizin sempatizan, telaşlı ve deneysellikten yanalığını itiraf etmiştik. Bir sayımızda “Medyaya Servis Yapan Sanat” ı utandırırken, başka bir sayımızda “Muzipçe Sabitlenen Şimdi”yi takıldığı andan azat etmek istedik. “Sanatın bileşenleri değerlendiriliyor” sayımızda kültür endüstrisi içinde sanayiye dönüşen sanatı bir paradoks olarak sorunsallaştırdık. “Dijit@l Sanat” sayımızda ise, her şeyin, herkesin “… gibi” yapmaya ve olmaya koşullandığı günümüz gerçekliğinde sanalın ve kurmacanın, mekanını ve zamanını yapı-söküme tabi tuttuk. Sosyal ve kültürel bir ürün olarak tanımlanan, üretilen ve kodlanarak yaşama maruz bırakılan popüler kültürün “özne”sini ve onun sanat dediği “şey”i tartıştığımız sayıya “Kurgulanmış Öznenin Sanatında Popülerizm” dedik. Modernitenin bütün alanlarının önüne “post” ekinin getirildiği günümüzde avangardın ruhunu anımsatmak istedik ve yapılması gerekene “Avangardı Çağırmak” dedik. Hayatlarımızın teknokratlara ve uzmanlara teslim edildiği kültürümüzde “Tekniğin Sanatla Sınavı: Fotoğraf Resim İlişkisi” diyerek tekniğin sanata ettiklerini görünür kıldık. Ve nihayet 2006 yılının son sayısı dosya konusu olarak “Güzel Yüceden Aykırı Sıradana Heykel Sanatı” ile geleneksel, hâkim sanat oligarşisini tartışmaya açarak yaşanan dönüşümü ve durduğumuz noktayı belirginleştirdik.
Olmaktan kaçtığımız şeyle, olmaya kaçtığımız şey arasında mitlere sarılmadan, hakikat inşa etmek için koordinatlarımızı deşifre ediyoruz:
- Evrimin ilk canlı hücresindeki tarifsiz estetiğin, hep öykünülen doğanın ironik verisi olduğu kanısındayız.
- Michelangelo’nun yarım kalmış heykellerinin mermer çıplaklığıyız biz.
- Leonardo’nun zamanının beş yüz yıl ötesindeki dehasına öykünürken Mona Lisa’yı hiçbir zaman kutsamıyoruz.
- Baudelaire’in “flaneur”ünün büyük bulvarlarda ayağına takılan gazete parçasındaki yargıyız.
- Barbizon Okulu’nun kolektifliğinde, Millet’nin duyarlığında, Pissaro’nun anarşizmi, Courbet’nin vicdanındayız.
- 20. yüzyılın hep başkaldıran sıradan dehalarına saygı duyuyoruz.
- Elitist, yüksek kültürün sanatının sergilendiği bir oda olarak geçmiş sanat müzesinde, önümüzdeki esere referans dururken arkamızdaki esere uygunsuz bir pozisyon veriyoruz.
- Modernizm’deki usdışı “saçma”, Postmodernizm’deki akılcı ironiyiz. Amaçladığımız “öteki” hepteki hiç, hiçteki hep kadar filozofî.
- Metaforların “.”sıyız, “ ”yız, küçük harflerin kaotik düzeni, büyük harflerin kendine özgü güveni, soru işaretinin muğlâklığı, ünlemin yargısıyız!
- Doğruculuk iddiasındaki söylemlerin didaktik muhafazakârlığına karşı, çok sesli koronun tek sesindeki birlikten yanayız.
- Kuşatıcı, tahammülsüz, mutlak söylencelerle, dışlayıcı, omurgasız, pozisyonsuz, indirgemeci, klişe fetişlerin menzilinden uzağız.
- Atölyesindeki çıplak modelin utanmasına duyduğumuz saygı, ressamına duyduğumuz kadar.
- Frankfurt Okulu’nun araççı mantığa eleştirisini unutmuyor, sanatı araçsallaştıranlara, amaçsallaştıranlara olduğu kadar cephe duruyoruz.
- “Güncel”in kitsch, kemp ve ironi lafazanlığına, parodi düşkünlüğüne karşı, hala en avangardist tutumla en yenilikçiyiz.
- Sanatın hep egemen ideolojiyle, sayesinde ve rağmen var olduğunu hatırlıyor, sanat ya da toplumun değil “insan için sanat” şiarını, en hümanist tavırla benimsiyoruz.
- Anlamı tümüyle boşaltan değil, anlamı tartışmaya açan absürdü kıskançlıkla savunuyoruz.
- Bütün öykülerin tek ve egemen despotik söyleme eklendiği, çağrıldığı ve kapıldığı, iğdiş edilip vitrinlere çıkarıldığı bu rüzgârlarda savrulmamak için kendi uzağımıza yöneliyoruz.
- Sahte kurguları çözmeye, yadsımaya, kabullenmeye, kapatıldığımız adlardan firar etmeye, yabancılaşmaya, sarsmaya, baştan başlamaya, söylemeye, söyletmeye, açmaya, kapamaya, gerek duymaya, istemeye, vermeye, almaya, anmaya, derlemeye, cellâdın adını koymaya, kızmaya, hedef göstermeye, eklemeye, çıkarmaya, vazgeçmeye, paketlemeye, gözlemlemeye, kurgulamaya, koparmaya, fark etmeye, sıkılmaya, önde gitmeye, geri durmaya, bağırmaya, çağırmaya, çakmaya, hesaplamaya, bulmaya, eşitlemeye, çizmeye, ıskalamaya, büyüklenmeye, kurcalamaya, hayret etmeye, rencide etmeye, tasnif etmeye, tahlil etmeye, delmeye, tapmaya, tapınmaya, kılmaya, kalmaya, kaldırmaya, putlaştırmaya, pataklamaya, paylaşmaya, paylamaya, mimlemeye, imlemeye, özlemeye, özetlemeye, özleştirmeye, öncelemeye, öncülemeye, kavramaya, kavrulmaya, sabretmeye, sabote etmeye, yanılmaya, yanıltmaya, taşlamaya, taşımaya, taşmaya, aşmaya...
- Sanat
- Sana
- San
- Sa
- S
- ...
- ..
- .
* Suat Hayri Küçük ile birlikte yazıldı.
Manifesto yazmak, henüz bir olasılık olan, var olmayan bir ülkenin/ulusun bayrağını dalgalandırmak gibidir; yersiz yurtsuz bir hayatın coğrafyasında. Hiçbir yere yerleşmeyen, hiçbir yerde evindeymiş gibi hissetmeyen, ama her yeri yurdu bilen. Yurdunu dilinde ve imgeleminde saklayan. Bayrağın rengi, boyutları ve üzerindeki simgeler; yatağını yadırgayan sular ve dile sığmayan sözcüklerdir. Manifestolar, ayağını bastığı toprağı yurt edinemeyen, yüzünü mümkün olasılıklara çevirmiş çığlıklardır! Manifestolar, ne olduğumuz kadar ne olmadığımızı da söylerler. Kökenin kaderi belirlemesine, mevcudun mutlaklaşmasına, bir yer ve zaman olarak yitirilmiş cennetlere teşne olmadan, yaratılacak, inşa edilecek bir durum, anlam ve yaşamın fısıltısını taşırlar. Dil kekemeyken, ufuk kararırken, akıl tutulmuşken, ruh bedene sığmazken ve yürümek gitmeye yetmiyorken yazılırlar. Çünkü Minerva’nın Baykuşu gecenin en karanlık anında açar kanatlarını. Kod, kod içinde kırılır şiarıyla; şimdiye takılmış zamanı, buraya kapatılmış “yer”i ayartan, yoldan çıkaran virüsler salar zihinlere.
İnsan bir ilişkiler toplamıdır ve insanın insanla ilişkisi artık imgelerin ürettiği hakikatle dolayımlıdır. Doğası gereği imgelerin düzeni bilginin ve iktidarın düzeninin işleyeceği mekânlar kurar. Bilgi ve estetik beğeni üzerinden üretilen haz, kültürel sermaye olarak toplumsal çelişkileri ve çatışmaları içerir; çatışma alanlarında üretilir ve çatışmanın taraflarının konumlarından, çıkarlarından bağımsız değildir. Buna rağmen ve sırf bu yüzden, rahatsız/huzursuz eden bir şey söylemek, göstermek; bazen eksiği, bazen de eksilterek geride kalanı görünür kılmak, bir virüs zekâsıyla, sabotör bir sızmayla içine inerek verili toplumsal yapının, yeniden dönmek; başka hallerimizi de alarak yanımıza, barışmak için kendimizle. Beden ve ruh arasında sıkışmadan, bedene ve ruha tutunarak bir kendilik üretmek için bildiklerimizle yaptıklarımız arasındaki imkânsızı aşarak var olmak. Modern uygarlık, imgelerin düzeni ve bağlamı üzerinden kendi yapıcılarını üretiyorken, kod kıran, ezber bozan ayraçlar gibi imgeler salmak anlam/değer piramitlerine.
Bir sanat dergisi neden manifester bir ıslık çalar? Üstelik günümüzün “Manifestolar bitti!” ayetlerine karşı nasıl ve neden yapar? Üstelik üstümüzde gezinen hayaletin, yaklaşan uğultunun adını koymaktan çekinirken; basacak bir yer, tutunacak bir dal ve karşı durulacak bir bildik/katı/somut “karşı” yokken. Eriyen, akışkan heryerdeliğiyle bir ilişkiler toplamı olarak sistem, koordinatsızlığın ele geçmez, etrafı çevrilemez yapısıyla bizi pusulasız, fenersiz bırakmışken, bir manifesto nereden ve kime konuşur? Konuşan kimdir? Hem nasıl bir manifesto günümüz insanının etik, estetik ve varoluşsal kinizmiyle baş edecek ölçüde ayartabilir? Görüntünün ceberut işgali karşısında hangi manifestoyla pusu kurulur; hem de görüntü üretme biçimleri alanında çıkan bir dergi olarak, işgale katılma, cellâda âşık olma riski/engeli nasıl ve hangi virüsle imkâna çevrilebilir? Sadece sorular salarak fildişi kulelere, kalelere; çatlağından, yarığından yakaladığımız görüntülerin sınıfsal, tarihsel ve etik talanının peçesi nasıl açılır? “Kral çıplak” çığlığına nasıl dâhil olunur?
Septik agresyonumuzun enerjisini iç patlamalara değil, düşmanın adını koyarak yaratıcı yıkım dalgalarına katmak istiyoruz. Mevcut toplumsal bedenin piramidal yapısını ters çevirmekle sınırlı değil ufkumuz; amaç tahterevallinin üstündeki yerimizi değiştirmek de değil. Bu yapıyı ve mantığı iptal etmek istiyoruz! Eksiğin eğrisinden, fazlanın kamburundan kurtulmak için, yaşam bir sanat olsun diyoruz.
Egemen telkin ve vaaz “Manifestolar dönemi bitti; best-seller çağı başladı!” diyerek dilde ve imgede pusu kurarken, beklentilere uygun sanat ve edebiyat yapmak moda artık. Bu gerçeklik içinde yaşamdan ve yaratıcı özgürlükten yanalık, aynı zamanda mevcut beğenilerin sahibini/kabullenenini de karşımıza almamızı gerektiriyor.
Manifestomuzun yurt edindiği dil; nostalji ve melankolinin ötesinde, şizoit bir özgürlük, sabrı taşmış acıların çığlığı, karşıtların ve tüm çelişkilerin, tuhaflıkların ve tutarsızlıkların iç içe geçmesi, yani hayat! Eylemimizin amacı, yatıştırmak ve kriz çözücü olmak değil, olumsuzlamak ve kriz yaratmak; var olanın suratında bir tokat gibi patlayacak eserlere neden olmak. Mevcut toplumsal yapıdan ve sistemin nimetlerinden en üst seviyede faydalananların “en muhalif/aykırı” kelamlar sarf ettiği ve yoksul/yoksun sınıfların muhafazakâr/statükocu siyasetlere angaje olduğu günümüzde sanatın nesnesi, faili ve muhatabını zorlu bir tartışmaya açmak esas olan.
Aslında ta başından bugüne ruhumuzu kurtaracak söyleme/gösterme/yapma biçimini arıyoruz. Dergimizin her sayısı, kurmak istediğimiz tek cümlenin birer sözcüğü. Her sayıda tümcemize yaklaşıyoruz. İlk sayısı Eylül 2002’de “Sansür” dosyasıyla çıkan dergimizin egemen ahlak ve statüko karşısındaki etik/estetik konumunu işaretleyen bir kapsamı vardı. 2006 yılının ilk sayısının dosya konusu olan “PicasSA” ise, sanat – piyasa ilişkisinin sanata ve hayata iyi gelmediğini söyleyen bir sayıydı. Ama kat edilen yol asıl derdimizi ve ereğimizi anlatmaya henüz yetmiyor. Bir sayımızda uzlaşmaz ve dizginlenemezliğiyle bir kategori olarak gençliği kapağımıza taşıyarak, dergimizin sempatizan, telaşlı ve deneysellikten yanalığını itiraf etmiştik. Bir sayımızda “Medyaya Servis Yapan Sanat” ı utandırırken, başka bir sayımızda “Muzipçe Sabitlenen Şimdi”yi takıldığı andan azat etmek istedik. “Sanatın bileşenleri değerlendiriliyor” sayımızda kültür endüstrisi içinde sanayiye dönüşen sanatı bir paradoks olarak sorunsallaştırdık. “Dijit@l Sanat” sayımızda ise, her şeyin, herkesin “… gibi” yapmaya ve olmaya koşullandığı günümüz gerçekliğinde sanalın ve kurmacanın, mekanını ve zamanını yapı-söküme tabi tuttuk. Sosyal ve kültürel bir ürün olarak tanımlanan, üretilen ve kodlanarak yaşama maruz bırakılan popüler kültürün “özne”sini ve onun sanat dediği “şey”i tartıştığımız sayıya “Kurgulanmış Öznenin Sanatında Popülerizm” dedik. Modernitenin bütün alanlarının önüne “post” ekinin getirildiği günümüzde avangardın ruhunu anımsatmak istedik ve yapılması gerekene “Avangardı Çağırmak” dedik. Hayatlarımızın teknokratlara ve uzmanlara teslim edildiği kültürümüzde “Tekniğin Sanatla Sınavı: Fotoğraf Resim İlişkisi” diyerek tekniğin sanata ettiklerini görünür kıldık. Ve nihayet 2006 yılının son sayısı dosya konusu olarak “Güzel Yüceden Aykırı Sıradana Heykel Sanatı” ile geleneksel, hâkim sanat oligarşisini tartışmaya açarak yaşanan dönüşümü ve durduğumuz noktayı belirginleştirdik.
Olmaktan kaçtığımız şeyle, olmaya kaçtığımız şey arasında mitlere sarılmadan, hakikat inşa etmek için koordinatlarımızı deşifre ediyoruz:
- Evrimin ilk canlı hücresindeki tarifsiz estetiğin, hep öykünülen doğanın ironik verisi olduğu kanısındayız.
- Michelangelo’nun yarım kalmış heykellerinin mermer çıplaklığıyız biz.
- Leonardo’nun zamanının beş yüz yıl ötesindeki dehasına öykünürken Mona Lisa’yı hiçbir zaman kutsamıyoruz.
- Baudelaire’in “flaneur”ünün büyük bulvarlarda ayağına takılan gazete parçasındaki yargıyız.
- Barbizon Okulu’nun kolektifliğinde, Millet’nin duyarlığında, Pissaro’nun anarşizmi, Courbet’nin vicdanındayız.
- 20. yüzyılın hep başkaldıran sıradan dehalarına saygı duyuyoruz.
- Elitist, yüksek kültürün sanatının sergilendiği bir oda olarak geçmiş sanat müzesinde, önümüzdeki esere referans dururken arkamızdaki esere uygunsuz bir pozisyon veriyoruz.
- Modernizm’deki usdışı “saçma”, Postmodernizm’deki akılcı ironiyiz. Amaçladığımız “öteki” hepteki hiç, hiçteki hep kadar filozofî.
- Metaforların “.”sıyız, “ ”yız, küçük harflerin kaotik düzeni, büyük harflerin kendine özgü güveni, soru işaretinin muğlâklığı, ünlemin yargısıyız!
- Doğruculuk iddiasındaki söylemlerin didaktik muhafazakârlığına karşı, çok sesli koronun tek sesindeki birlikten yanayız.
- Kuşatıcı, tahammülsüz, mutlak söylencelerle, dışlayıcı, omurgasız, pozisyonsuz, indirgemeci, klişe fetişlerin menzilinden uzağız.
- Atölyesindeki çıplak modelin utanmasına duyduğumuz saygı, ressamına duyduğumuz kadar.
- Frankfurt Okulu’nun araççı mantığa eleştirisini unutmuyor, sanatı araçsallaştıranlara, amaçsallaştıranlara olduğu kadar cephe duruyoruz.
- “Güncel”in kitsch, kemp ve ironi lafazanlığına, parodi düşkünlüğüne karşı, hala en avangardist tutumla en yenilikçiyiz.
- Sanatın hep egemen ideolojiyle, sayesinde ve rağmen var olduğunu hatırlıyor, sanat ya da toplumun değil “insan için sanat” şiarını, en hümanist tavırla benimsiyoruz.
- Anlamı tümüyle boşaltan değil, anlamı tartışmaya açan absürdü kıskançlıkla savunuyoruz.
- Bütün öykülerin tek ve egemen despotik söyleme eklendiği, çağrıldığı ve kapıldığı, iğdiş edilip vitrinlere çıkarıldığı bu rüzgârlarda savrulmamak için kendi uzağımıza yöneliyoruz.
- Sahte kurguları çözmeye, yadsımaya, kabullenmeye, kapatıldığımız adlardan firar etmeye, yabancılaşmaya, sarsmaya, baştan başlamaya, söylemeye, söyletmeye, açmaya, kapamaya, gerek duymaya, istemeye, vermeye, almaya, anmaya, derlemeye, cellâdın adını koymaya, kızmaya, hedef göstermeye, eklemeye, çıkarmaya, vazgeçmeye, paketlemeye, gözlemlemeye, kurgulamaya, koparmaya, fark etmeye, sıkılmaya, önde gitmeye, geri durmaya, bağırmaya, çağırmaya, çakmaya, hesaplamaya, bulmaya, eşitlemeye, çizmeye, ıskalamaya, büyüklenmeye, kurcalamaya, hayret etmeye, rencide etmeye, tasnif etmeye, tahlil etmeye, delmeye, tapmaya, tapınmaya, kılmaya, kalmaya, kaldırmaya, putlaştırmaya, pataklamaya, paylaşmaya, paylamaya, mimlemeye, imlemeye, özlemeye, özetlemeye, özleştirmeye, öncelemeye, öncülemeye, kavramaya, kavrulmaya, sabretmeye, sabote etmeye, yanılmaya, yanıltmaya, taşlamaya, taşımaya, taşmaya, aşmaya...
- Sanat
- Sana
- San
- Sa
- S
- ...
- ..
- .
* Suat Hayri Küçük ile birlikte yazıldı.
8 Kasım 2010 Pazartesi
Yapıtı yorumlama: Beklenmeyen ziyaretçi!
An'ın dehşeti.. Savaşta öldü sanılan babanın seneler sonra birdenbire çıkıp gelmesi. Babayı tanımadan "baba" fikrini tanıyan çocukların merak ve sevinçli bakışları.. Küçük kızın ürkmüşlüğü.. Hortlak görmüş gibi irkilen-korkan yetişkinler.. Avurtları çökmüş, zayıflıktan paltosunun içinde küçücük kalmış beklenmeyen ziyaretçinin sinir-şaşkınlık-hayal kırıklığıyla açılmış gözleri.. 19. yüzyıl Rus evinin detaylarıyla doğrulanan gerçekçiliğin, gerçek olamayacak kadar şaşkınlık yaratan bir olayı apaçık sunması.. Kayıp zamanın izinin peşine ilk düşen kişi İlya Repin'in gerçekçiliği!..
5 Kasım 2010 Cuma
Bir Rus romanı okur gibi
4 Kasım tarihli Radikal gazetesinden..
Çarlık Rusyası'ndan resimler Pera Müzesi'nde. Yaşlı köylülerin, açlığın ve savaşın resimleri Bolşevik Devrimi'nin de habercisi
1861 yılında toprak köleliğinin kaldırılmasıyla Rusya büyük bir değişim yaşar. Köylüler görece özgürleşir, ama kapitalistleşme ve burjuvazinin gelişmesi karşısında fakirlik sefalet derecesine ulaşır. Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ya da Gogol gibi büyük edebiyatçıların tüm dünyayı etkisi altında bırakan çarpıcı eserleri, bu ‘acı’ gerçekten beslenir. Rus resim sanatı ise edebiyat kadar popüler olmamış ancak en az o kadar etkileyici eserlerle ezilenleri anlatır.
İşte bu dönemin birbirinden seçkin eserleri ilk kez Türkiye’de sergileniyor. ‘Çarlık Rusyası’ndan Sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu’ndan 19. Yüzyıl Rus Klasikleri’, bugünden itibaren Pera Müzesi’nde. Küratörlüğünü Rus Devlet Müzesi Müdürvekili Evgenia N. Petrova ve Tayfun Belgin’in yaptığı sergi, 1917 Sovyet Devrimi’ne kadar Rus halkının kaderini ve kederini izlemek bakımından kaçırılmayacak bir fırsat.
İlya Repin, Venetsianov, Pavel Fedotov, Vasiliy Perov, Nikolay Yaroşenko, Vladimir Makovski ve Kasatkin gibi sanatçılara ait 65 eser yer alıyor. Bünyesinde bulundurduğu 360 bin eserle büyük bir görkeme sahip St. Petersburg’daki Rus Devlet Müzesi’nden seçilen eserler arasında Repin’in ‘Volga Kıyısında Burlaklar’ gibi başyapıtları da var.
Yaşayacağı büyük devrimler öncesi toplumsal gerginliği yükselen Rusya’yı sanatçılar bir tiyatro sahnesi gibi tuvallerine aktarmış. Resimlerin sert gerçekliği izleyenin iliklerine işliyor. Savaşın, yoksulluğun olabildiğince gerçekçi biçimde aktarıldığı eserler, dönem Rusya’sının panoramasını gözler önüne getiriyor. Yırtık giysiler içinde dilenen fakir çocuklar, savaşa gönderilen köylü gencin ailesine vedası, tarlada çalışan ihtiyarlar veya düşkünler evinin sakinleri… Çernişevski’nin “Güzel olan hayatın ta kendisidir” sözlerinin canlı birer kanıtı gibi algılanmış ve vicdanları harekete geçirmek için idealize edilmişler. Bunların yanı sıra toprak ağasının veya zengin tüccarın düğünü ya da çöpçatanlık anının tasviriyle bu hayatların gösterişliliği de birer parodiye dönüştürülmüş. Zaman zaman fotoğrafik bir anlatıma ulaşan bu resimler sanatçıların atölyelerde, zaman zaman modellerle, çokça düşünerek ve titizlikle kurgulayarak ortaya çıkarılmış.
Serginin bütünü son derece etkili, ama İlya Repin yine birkaç adım öne çıkıyor. Etrafındaki gerçekliğin doğal olarak tuvale yansıdığını söyleyen realizmin bu büyük ismi büyük bir resmiyle sergide yer alıyor. ‘İşte Enginlik!’ adlı resimdeki fırtına içinde coşkuyla salınan genç kız ve delikanlının resmi, biraz Alman romantiklerini de çağrıştırırken, sanatçının ideal dünya hayalini ortaya koyuyor.
Kandinsky izleri
Sergideki peyzajlar, resim tekniğinin sınırlarının ustalıkla zorlandığı sahneler olarak okunabilir. Arhip Kuindji’nin ‘Kırağı Üzerinde Güneş Lekeleri’ ya da Valentin Serov’un ‘At Arabasında Köylü Kadın’ adlı soyuta yaklaşan resimlerinde büyük Rus ressam Kandinsky’nin ipuçlarını görmek mümkün. ‘Çarlık Rusya’sından Sahneler’, 20 Mart’a kadar görülebilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)