10 Kasım 2010 Çarşamba

MANİFESTO! "Kod Kod İçinde Kırılır"*

rh+sanat dergisi 36. sayısının kapak yazısı.. 2007'de kaleme alındığında hâlâ yazılmış son sanat manifestosuydu!!!


Manifesto yazmak, henüz bir olasılık olan, var olmayan bir ülkenin/ulusun bayrağını dalgalandırmak gibidir; yersiz yurtsuz bir hayatın coğrafyasında. Hiçbir yere yerleşmeyen, hiçbir yerde evindeymiş gibi hissetmeyen, ama her yeri yurdu bilen. Yurdunu dilinde ve imgeleminde saklayan. Bayrağın rengi, boyutları ve üzerindeki simgeler; yatağını yadırgayan sular ve dile sığmayan sözcüklerdir. Manifestolar, ayağını bastığı toprağı yurt edinemeyen, yüzünü mümkün olasılıklara çevirmiş çığlıklardır! Manifestolar, ne olduğumuz kadar ne olmadığımızı da söylerler. Kökenin kaderi belirlemesine, mevcudun mutlaklaşmasına, bir yer ve zaman olarak yitirilmiş cennetlere teşne olmadan, yaratılacak, inşa edilecek bir durum, anlam ve yaşamın fısıltısını taşırlar. Dil kekemeyken, ufuk kararırken, akıl tutulmuşken, ruh bedene sığmazken ve yürümek gitmeye yetmiyorken yazılırlar. Çünkü Minerva’nın Baykuşu gecenin en karanlık anında açar kanatlarını. Kod, kod içinde kırılır şiarıyla; şimdiye takılmış zamanı, buraya kapatılmış “yer”i ayartan, yoldan çıkaran virüsler salar zihinlere.

İnsan bir ilişkiler toplamıdır ve insanın insanla ilişkisi artık imgelerin ürettiği hakikatle dolayımlıdır. Doğası gereği imgelerin düzeni bilginin ve iktidarın düzeninin işleyeceği mekânlar kurar. Bilgi ve estetik beğeni üzerinden üretilen haz, kültürel sermaye olarak toplumsal çelişkileri ve çatışmaları içerir; çatışma alanlarında üretilir ve çatışmanın taraflarının konumlarından, çıkarlarından bağımsız değildir. Buna rağmen ve sırf bu yüzden, rahatsız/huzursuz eden bir şey söylemek, göstermek; bazen eksiği, bazen de eksilterek geride kalanı görünür kılmak, bir virüs zekâsıyla, sabotör bir sızmayla içine inerek verili toplumsal yapının, yeniden dönmek; başka hallerimizi de alarak yanımıza, barışmak için kendimizle. Beden ve ruh arasında sıkışmadan, bedene ve ruha tutunarak bir kendilik üretmek için bildiklerimizle yaptıklarımız arasındaki imkânsızı aşarak var olmak. Modern uygarlık, imgelerin düzeni ve bağlamı üzerinden kendi yapıcılarını üretiyorken, kod kıran, ezber bozan ayraçlar gibi imgeler salmak anlam/değer piramitlerine.

Bir sanat dergisi neden manifester bir ıslık çalar? Üstelik günümüzün “Manifestolar bitti!” ayetlerine karşı nasıl ve neden yapar? Üstelik üstümüzde gezinen hayaletin, yaklaşan uğultunun adını koymaktan çekinirken; basacak bir yer, tutunacak bir dal ve karşı durulacak bir bildik/katı/somut “karşı” yokken. Eriyen, akışkan heryerdeliğiyle bir ilişkiler toplamı olarak sistem, koordinatsızlığın ele geçmez, etrafı çevrilemez yapısıyla bizi pusulasız, fenersiz bırakmışken, bir manifesto nereden ve kime konuşur? Konuşan kimdir? Hem nasıl bir manifesto günümüz insanının etik, estetik ve varoluşsal kinizmiyle baş edecek ölçüde ayartabilir? Görüntünün ceberut işgali karşısında hangi manifestoyla pusu kurulur; hem de görüntü üretme biçimleri alanında çıkan bir dergi olarak, işgale katılma, cellâda âşık olma riski/engeli nasıl ve hangi virüsle imkâna çevrilebilir? Sadece sorular salarak fildişi kulelere, kalelere; çatlağından, yarığından yakaladığımız görüntülerin sınıfsal, tarihsel ve etik talanının peçesi nasıl açılır? “Kral çıplak” çığlığına nasıl dâhil olunur?

Septik agresyonumuzun enerjisini iç patlamalara değil, düşmanın adını koyarak yaratıcı yıkım dalgalarına katmak istiyoruz. Mevcut toplumsal bedenin piramidal yapısını ters çevirmekle sınırlı değil ufkumuz; amaç tahterevallinin üstündeki yerimizi değiştirmek de değil. Bu yapıyı ve mantığı iptal etmek istiyoruz! Eksiğin eğrisinden, fazlanın kamburundan kurtulmak için, yaşam bir sanat olsun diyoruz.

Egemen telkin ve vaaz “Manifestolar dönemi bitti; best-seller çağı başladı!” diyerek dilde ve imgede pusu kurarken, beklentilere uygun sanat ve edebiyat yapmak moda artık. Bu gerçeklik içinde yaşamdan ve yaratıcı özgürlükten yanalık, aynı zamanda mevcut beğenilerin sahibini/kabullenenini de karşımıza almamızı gerektiriyor.

Manifestomuzun yurt edindiği dil; nostalji ve melankolinin ötesinde, şizoit bir özgürlük, sabrı taşmış acıların çığlığı, karşıtların ve tüm çelişkilerin, tuhaflıkların ve tutarsızlıkların iç içe geçmesi, yani hayat! Eylemimizin amacı, yatıştırmak ve kriz çözücü olmak değil, olumsuzlamak ve kriz yaratmak; var olanın suratında bir tokat gibi patlayacak eserlere neden olmak. Mevcut toplumsal yapıdan ve sistemin nimetlerinden en üst seviyede faydalananların “en muhalif/aykırı” kelamlar sarf ettiği ve yoksul/yoksun sınıfların muhafazakâr/statükocu siyasetlere angaje olduğu günümüzde sanatın nesnesi, faili ve muhatabını zorlu bir tartışmaya açmak esas olan.

Aslında ta başından bugüne ruhumuzu kurtaracak söyleme/gösterme/yapma biçimini arıyoruz. Dergimizin her sayısı, kurmak istediğimiz tek cümlenin birer sözcüğü. Her sayıda tümcemize yaklaşıyoruz. İlk sayısı Eylül 2002’de “Sansür” dosyasıyla çıkan dergimizin egemen ahlak ve statüko karşısındaki etik/estetik konumunu işaretleyen bir kapsamı vardı. 2006 yılının ilk sayısının dosya konusu olan “PicasSA” ise, sanat – piyasa ilişkisinin sanata ve hayata iyi gelmediğini söyleyen bir sayıydı. Ama kat edilen yol asıl derdimizi ve ereğimizi anlatmaya henüz yetmiyor. Bir sayımızda uzlaşmaz ve dizginlenemezliğiyle bir kategori olarak gençliği kapağımıza taşıyarak, dergimizin sempatizan, telaşlı ve deneysellikten yanalığını itiraf etmiştik. Bir sayımızda “Medyaya Servis Yapan Sanat” ı utandırırken, başka bir sayımızda “Muzipçe Sabitlenen Şimdi”yi takıldığı andan azat etmek istedik. “Sanatın bileşenleri değerlendiriliyor” sayımızda kültür endüstrisi içinde sanayiye dönüşen sanatı bir paradoks olarak sorunsallaştırdık. “Dijit@l Sanat” sayımızda ise, her şeyin, herkesin “… gibi” yapmaya ve olmaya koşullandığı günümüz gerçekliğinde sanalın ve kurmacanın, mekanını ve zamanını yapı-söküme tabi tuttuk. Sosyal ve kültürel bir ürün olarak tanımlanan, üretilen ve kodlanarak yaşama maruz bırakılan popüler kültürün “özne”sini ve onun sanat dediği “şey”i tartıştığımız sayıya “Kurgulanmış Öznenin Sanatında Popülerizm” dedik. Modernitenin bütün alanlarının önüne “post” ekinin getirildiği günümüzde avangardın ruhunu anımsatmak istedik ve yapılması gerekene “Avangardı Çağırmak” dedik. Hayatlarımızın teknokratlara ve uzmanlara teslim edildiği kültürümüzde “Tekniğin Sanatla Sınavı: Fotoğraf Resim İlişkisi” diyerek tekniğin sanata ettiklerini görünür kıldık. Ve nihayet 2006 yılının son sayısı dosya konusu olarak “Güzel Yüceden Aykırı Sıradana Heykel Sanatı” ile geleneksel, hâkim sanat oligarşisini tartışmaya açarak yaşanan dönüşümü ve durduğumuz noktayı belirginleştirdik.

Olmaktan kaçtığımız şeyle, olmaya kaçtığımız şey arasında mitlere sarılmadan, hakikat inşa etmek için koordinatlarımızı deşifre ediyoruz:

- Evrimin ilk canlı hücresindeki tarifsiz estetiğin, hep öykünülen doğanın ironik verisi olduğu kanısındayız.
- Michelangelo’nun yarım kalmış heykellerinin mermer çıplaklığıyız biz.
- Leonardo’nun zamanının beş yüz yıl ötesindeki dehasına öykünürken Mona Lisa’yı hiçbir zaman kutsamıyoruz.
- Baudelaire’in “flaneur”ünün büyük bulvarlarda ayağına takılan gazete parçasındaki yargıyız.
- Barbizon Okulu’nun kolektifliğinde, Millet’nin duyarlığında, Pissaro’nun anarşizmi, Courbet’nin vicdanındayız.
- 20. yüzyılın hep başkaldıran sıradan dehalarına saygı duyuyoruz.
- Elitist, yüksek kültürün sanatının sergilendiği bir oda olarak geçmiş sanat müzesinde, önümüzdeki esere referans dururken arkamızdaki esere uygunsuz bir pozisyon veriyoruz.
- Modernizm’deki usdışı “saçma”, Postmodernizm’deki akılcı ironiyiz. Amaçladığımız “öteki” hepteki hiç, hiçteki hep kadar filozofî.
- Metaforların “.”sıyız, “ ”yız, küçük harflerin kaotik düzeni, büyük harflerin kendine özgü güveni, soru işaretinin muğlâklığı, ünlemin yargısıyız!
- Doğruculuk iddiasındaki söylemlerin didaktik muhafazakârlığına karşı, çok sesli koronun tek sesindeki birlikten yanayız.
- Kuşatıcı, tahammülsüz, mutlak söylencelerle, dışlayıcı, omurgasız, pozisyonsuz, indirgemeci, klişe fetişlerin menzilinden uzağız.
- Atölyesindeki çıplak modelin utanmasına duyduğumuz saygı, ressamına duyduğumuz kadar.
- Frankfurt Okulu’nun araççı mantığa eleştirisini unutmuyor, sanatı araçsallaştıranlara, amaçsallaştıranlara olduğu kadar cephe duruyoruz.
- “Güncel”in kitsch, kemp ve ironi lafazanlığına, parodi düşkünlüğüne karşı, hala en avangardist tutumla en yenilikçiyiz.
- Sanatın hep egemen ideolojiyle, sayesinde ve rağmen var olduğunu hatırlıyor, sanat ya da toplumun değil “insan için sanat” şiarını, en hümanist tavırla benimsiyoruz.
- Anlamı tümüyle boşaltan değil, anlamı tartışmaya açan absürdü kıskançlıkla savunuyoruz.
- Bütün öykülerin tek ve egemen despotik söyleme eklendiği, çağrıldığı ve kapıldığı, iğdiş edilip vitrinlere çıkarıldığı bu rüzgârlarda savrulmamak için kendi uzağımıza yöneliyoruz.
- Sahte kurguları çözmeye, yadsımaya, kabullenmeye, kapatıldığımız adlardan firar etmeye, yabancılaşmaya, sarsmaya, baştan başlamaya, söylemeye, söyletmeye, açmaya, kapamaya, gerek duymaya, istemeye, vermeye, almaya, anmaya, derlemeye, cellâdın adını koymaya, kızmaya, hedef göstermeye, eklemeye, çıkarmaya, vazgeçmeye, paketlemeye, gözlemlemeye, kurgulamaya, koparmaya, fark etmeye, sıkılmaya, önde gitmeye, geri durmaya, bağırmaya, çağırmaya, çakmaya, hesaplamaya, bulmaya, eşitlemeye, çizmeye, ıskalamaya, büyüklenmeye, kurcalamaya, hayret etmeye, rencide etmeye, tasnif etmeye, tahlil etmeye, delmeye, tapmaya, tapınmaya, kılmaya, kalmaya, kaldırmaya, putlaştırmaya, pataklamaya, paylaşmaya, paylamaya, mimlemeye, imlemeye, özlemeye, özetlemeye, özleştirmeye, öncelemeye, öncülemeye, kavramaya, kavrulmaya, sabretmeye, sabote etmeye, yanılmaya, yanıltmaya, taşlamaya, taşımaya, taşmaya, aşmaya...
- Sanat
- Sana
- San
- Sa
- S
- ...
- ..
- .


* Suat Hayri Küçük ile birlikte yazıldı.