15 Mayıs 2012 Salı

35 yıldır bağımsızlığı kavramsallaştıran mekânda yeni ‘ikon’lardan biri: VOLKAN


Artist Actual/Mart-Haziran sayısında yayınlandı.

BENGÜ BURAK VOLKAN ALP ELMAS İZ”, hani denir ya yıllara meydan okuyan Maçka Sanat Galerisi’nin 35. yılında gerçekleşen sergi dizisinin adı. Nazlı Gürlek’in küratörlüğünü yaptığı ve ismi kendiyle müsemma dizinin üçüncü sergisi “Volkan”, Ocak ayında gerçekleşti.

Günümüz sanat ortamında bildiğimiz, tanıdığımız neredeyse her sanatçının yolunun en az bir kez Maçka Sanat Galerisi’nden geçmişliği vardır herhalde. 1976’dan bu yana sanata mekan yaratmanın ötesinde, geleneksel anlamda resim ve heykel dışındaki sanatın varlığına dair de söz sahibi olmuş bir mekân Maçka Sanat Galerisi. Tanımları belirlemiş ve tanımlarla belirlenmiş, varolmuş ve inatla varlığını sürdürüyor. Ne de olsa artık şehirde yüzlerce galeri var. “yeni”nin mekânı olması nedeniyle genç bir karaktere sahip. 35. yılında sanatta on yıllarını doldurmuş isimlerle değil, yine genç isimlerle çalışmanın tercih edilmesi de galerinin tavrının bir işareti aslında.

Kuşkusuz sanat ortamı ciddi bir dönüm sürecinden geçiyor, üretim artıyor, görünürlük artıyor, aktörlerin sayısı artıyor, niteliği gelişiyor, pazar büyüyor… Bir yanda çılgınca hareketleriyle pazar payı kapmadan pazar yaratmaya evrilen rolleri ile dünyanın doğusu, diğer yanda mevcut gücünü kaybetmemek için hızla yeni ve sahte “trend”ler yaratan batısı arasında Türkiye, hâlâ ve neyse ki yaratıcı gücün kontrol dahilinde verimliliğe dönüştürüldüğü bir sanat ortamına sahip. Bu kontrol mekanizması “değerler”den sadece ederin dolar karşılığını anlamıyor neyse ki… İşte böylesi bir sanat ortamının yapıtaşlarından biri Maçka Sanat Galerisi. Sergi dizisinin küratörü Nazlı Gürlek de serginin çerçevesini buradan başlayarak çiziyor:

“Serginin başlığı altı sanatçının ilk ismi. İstanbul sanat açısından tarihi olarak ciddi bir dönüm noktasında. Kültür endüstrisi denen kavram tartışılıyor, sahne giderek genişliyor. Sanatçıların ilk isimlerini sergiye vermekteki amaç işte tam da bu sistemi sorgulamak. Şöyle ki, kültür endüstrisinin birtakım kahramanlara ihtiyacı vardır ve sanat, bu kahramanlar üzerinden işleyen bir endüstri oldu artık. İsimleri hatırlamak kolaydır, pazarlamak kolaydır. Mesel Andy Warhol sergisinin başlığı Andy’dir sadece. Ve insanlar onun hangi Andy olduğunu bilir çünkü bellekte yer etmiştir. Biraz bu sistemi sorgulamayı amaçlıyor dizi.”

Sergi dizisiyle, aynı vurgu tekrarlanarak ironik bir sorgulama gerçekleştirilmiş. Sanatçıların hepsinin kariyerlerinin farklı yerlerinde ve fakat oldukça genç isimlerden oluşması da sanatçının ikonik yerinin tersten okunmasına olanak veriyor. Dizinin son sergisi Alp Klanten’e ait ve bu, Klanten’in ilk kişisel sergisi mesela. Böylece ortaya birtakım sorular atmak mümkün hale geliyor: “Alp”in ya da bir diğer sanatçının, “Volkan”ın ismi anıldığında “Andy” gibi akıllarda yer edecek mi? Ediyorsa bu durumu nasıl tanımlamak gerekir? Maçka Sanat Galerisi kararlılıkla yoluna devam ettiği sürece, mesela bundan yirmi yıl sonra bu genç sanatçıların tarihleri nasıl yazılacak? Ve belki de en önemlisi, sanatçı ikonik bir figür olmak zorunda mı?

Diğer taraftan Türkiye’ye özgü tuhaf bir saptamayı yapıyor Gürlek: “Burada sanatçılar ‘ben’ demekten çekinir ve hep ‘biz’ diye söze başlar mesela. Türkiye güncel sanat sahnesinde hep daha, bireysel duruşlar geri planda bırakılır ama aslında sanat bireysel bir arayıştır. Önce birey olunur, bireysel olarak bazı şeyler dert edilir, daha sonra kolektif söylemlere girilebilir ama sanat en başta bireyseldir. Burada ise bireysellik çok fazla göz ardı ediliyor. Biraz da bu nedenle sanatçıların ilk isimlerini kullanarak her birinin bireysel duruşlarının altını çizme amacını taşıyor sergi dizisi. Bir tema değil bir çerçeve etrafında bir araya geldi isimler.”

Sergi dizisinin tüm sanatçıları, galerinin 35. yılından hareketle sergi için tasarladıkları yeni yapıtlarını sergiliyor. İlk sergide Bengü (Karaduman) demirden bir sandalyeyi hareketli bir örümceğe dönüştürerek sanatçının yerleşik düzenle ilişkisini, örümcek ağına benzettiği sistemde bireyin varlık durumunu irdeliyordu; ikinci sergide Burak (Arıkan) koleksiyoncu-sanatçı ilişkisini görselleştirdi ve tam anlamıyla örümcek ağları yarattı, böylece sanat ortamında bireysel ilişkilerin önemini sorguladı.

Dizinin üçüncü sergisinde Volkan’ın (Aslan) sergi için ürettiği ve yine sanatçı mitine odaklanan bir düzenlemesi yer alıyordu. Volkan, galerinin tarihinde bir tür arkeolojik kazı gerçekleştirerek, o mekânda bir kez bile olsa bulunmuş tüm isimleri, kelimenin tam anlamıyla “masaya yatırdı”. Sayıları 239’u bulan sanatçının ismini farklı objelere yazdırıp karmaşık bir düzende yerleştirerek, galerinin tarihine kendi yorumunu getirdi.

Volkan, hediyelik eşya geleneğinde var olan isim yazma geleneğini basit, ucuz eşyalar üzerine yeniden ve fakat bu kez Türkiye sanat ortamının tam merkezinde yer alan onlarca isimle gerçekleştirerek, ucuz-değerli kavramları üzerinden kurgulamıştı işini. Türkiye çağdaş sanatı adına birçok ilkin sahibinin ismi, birbirinden ucuz nesnelerde yer alarak gerilimli bir karşıtlık da yaratıyordu. Pirinç üzerine ismini yazdırmaya kadar giden dönemsel modalardan, “her şeyin üzerine isim yazılır” diyen dükkânlara kadar varan tuhaf ilgilere dikkat çekti böylece sanatçı. Anahtarlıklar, metal isimlikler, tuzluk, bileklikler, kolyeler, kültablası, kaşık, tarak… Neden üzerinde ismini taşımak ya da kullandığı nesnede ismini görmek ister insan? “Varlığını, kimliğini, kendini kanıtlamak olabilir,” diyor Aslan buna cevaben. Belki bunun çağdaş versiyonu da sosyal medyadır…

İşini kurgularken kitsch denebilecek bu yazılı objelerin peşine düşmesi, sanatçının “yüksek” estetik algısının bertaraf edilmesiyle de sonuçlanan bir süreç olabilmiş. Elbette Volkan Aslan kısa sanat geçmişinde bile her daim ayakları yere basan, anti-sanata yakın çalışmalarıyla anti-sanatçı tavrını da korumuş bir isim. Ama yaşadığı deneyim, sanatçının hangi “taraf”ta durduğuna dair işbu sorgulamayı yapmasına da meydan veriyor haliyle.

Volkan, nostalji tehlikesine düşmemeye özen göstermiş. “Sanat dünyasından kimler geldi kimler geçti tasasından ziyade, daha başka, sanat tarihi yoklaması gibi bir fikir benimki,” diyor. “Bir 35. yıl yoklaması.” Üzerinde isim yazan objeler hem karışık düzende yer alıyor hem de hangi objeye hangi ismin yazılacağı tamamen tesadüfen belirlenmiş. Böylece oluşan karmaşa, önemsel, hiyerarşik bir düzenin de önüne geçmiş. İsimler arasında Akademi’den hocasıyla grup sergisine katılıp bir daha sergi yapmamış biri de yer alıyordu mesela ve Ayşe Erkmen’le yan yana duruyordu. “Çalışmayı görüp de kendi ismini beğenmeyen olmuş mudur?” diye soruyoruz, “Bilmiyorum ama benimki niye küçük ya da altınla yazılmadı diyen birileri olmuştur belki…” diyor hınzır bir ifadeyle Volkan.

Sanatçının ismi başlı başına bir sanat işine dönüşmüş bu sergiyle. Kendisine kadar olan tüm sanatçıları ele alan Volkan, kendi adının yazılı olduğu bir kolyeyi de sergi afişinde kullanarak son noktayı koymuş. Kendisini dışsallaştırıyor gibi görünse de, tespit ettiği sanat ortamındaki yerini böylece kaçınılmaz şekilde vurgulamış; ne içindesindir çemberin ne de…

Sergiyi bir mekan parodisi olarak da okuyabilmek mümkün. Maçka Sanat Galerisi, açıldığı ilk günden beri adeta bir fetiş-mekân olmuş çünkü sanatçılar için. Site-specific sanat anlayışının en tipik örnekleri bu galeriden çıkmış, Sarkis’in 1986’da gerçekleştirdiği Çaylak Sokak ya da Füsun Onur ve Ayşe Erkmen gibi sanatçıların erken dönem çalışmaları gösterilebilir örneklerden yalnızca birkaçı.

Mehmet Konuralp’in mimarı olduğu galeri mekânı kendine özgü haliyle, modern sanat galerisi “beyaz küp”ün tanımına oldukça aykırı bir yapıya sahip. “Beyaz küpte oraya getirilen işin orayı doldurması beklenir, bu galerinin kendi oturmuş bir gerçekliği var ve sanatçı ve yapıt ona dahil olmaya başlıyor, o gerçeklik içinde yorumlanıyor,” diye açıklıyor Gürlek bu durumu. Sarı-toprak rengi karolarla örtülü, nişler ve tümseklerin yer aldığı galerinin sahiden cesur bir iç mekân tasarımı olduğu söylenebilir. Buraya özgü üretmiş olan sanatçıların da çoğunlukla mekânın kendisinden ilham aldığı fark edilebiliyor; Maçka Sanat Galerisi’nin 35 yılda sanat üretimine yaptığı katkı, salt bir galeri olmanın ötesine işte böyle geçiyor zaten. Bu tutum zamanla adeta bir gelenek halini almış ve artık orada sergi açacak sanatçının bunu görmezden gelmesi pek mümkün olmamış. Galerinin ilk girildiği andan itibaren kişiyi zamandan ve dışarıdan kopartan, kendini empoze eden, kendini dayatan yapısının ne hissettirdiğini bir sanatçı olarak Volkan’a soruyoruz. “Bir ağırlığı var galerinin. Girince ilk durup düşünüyorsun. Ben çok heyecanlanmıştım… Hesaplaşma mekânı orası. İşin içinden kimse çıkamasın derdiyle yapılmış gibi. Arşive baktığımda da herkes gözünü karartıp en az bir kere mekânla uğraşmış. Kendileri memnun mu, gerçekten çıktılar mı o işin içinden, bilemiyoruz tabii.”

Mekânın bu görece dayatmacı karakteriyle ilişkiye girmemek için Volkan’ın sergisinde çalışmanın sunumu için portatif bir düzenek seçilmiş. Alınıp kolayca götürülebilecek gibi duran masa düzeneği sayesinde sanatçıların galeriyle ya da soyut düzlemde sanat mekânıyla kurduğu geçici ilişki de vurgulanmış. Özelde Maçka Sanat Galerisi mekânıyla hesaplaşmaya girişmeyi istememiş sanatçı, çünkü geriye dönüp arkeolojisini yaptığı galeri tarihinde bu sergi ne ilk ne de son.