Artist Actual/Mart-Haziran sayısında yayınlandı.
“BENGÜ BURAK VOLKAN ALP ELMAS İZ”, hani denir ya yıllara
meydan okuyan Maçka Sanat Galerisi’nin 35. yılında gerçekleşen sergi
dizisinin adı. Nazlı Gürlek’in küratörlüğünü yaptığı ve ismi kendiyle müsemma dizinin
üçüncü sergisi “Volkan”, Ocak ayında gerçekleşti.
Günümüz sanat ortamında bildiğimiz, tanıdığımız neredeyse
her sanatçının yolunun en az bir kez Maçka Sanat Galerisi’nden geçmişliği
vardır herhalde. 1976’dan bu yana sanata mekan yaratmanın ötesinde, geleneksel
anlamda resim ve heykel dışındaki sanatın varlığına dair de söz sahibi olmuş bir
mekân Maçka Sanat Galerisi. Tanımları belirlemiş ve tanımlarla belirlenmiş,
varolmuş ve inatla varlığını sürdürüyor. Ne de olsa artık şehirde yüzlerce
galeri var. “yeni”nin mekânı olması nedeniyle genç bir karaktere sahip. 35.
yılında sanatta on yıllarını doldurmuş isimlerle değil, yine genç isimlerle
çalışmanın tercih edilmesi de galerinin tavrının bir işareti aslında.
Kuşkusuz sanat ortamı ciddi bir dönüm sürecinden geçiyor,
üretim artıyor, görünürlük artıyor, aktörlerin sayısı artıyor, niteliği
gelişiyor, pazar büyüyor… Bir yanda çılgınca hareketleriyle pazar payı kapmadan
pazar yaratmaya evrilen rolleri ile dünyanın doğusu, diğer yanda mevcut gücünü
kaybetmemek için hızla yeni ve sahte “trend”ler yaratan batısı arasında
Türkiye, hâlâ ve neyse ki yaratıcı gücün kontrol dahilinde verimliliğe
dönüştürüldüğü bir sanat ortamına sahip. Bu kontrol mekanizması “değerler”den
sadece ederin dolar karşılığını anlamıyor neyse ki… İşte böylesi bir sanat
ortamının yapıtaşlarından biri Maçka Sanat Galerisi. Sergi dizisinin küratörü
Nazlı Gürlek de serginin çerçevesini buradan başlayarak çiziyor:
“Serginin başlığı altı sanatçının ilk ismi. İstanbul sanat
açısından tarihi olarak ciddi bir dönüm noktasında. Kültür endüstrisi denen
kavram tartışılıyor, sahne giderek genişliyor. Sanatçıların ilk isimlerini sergiye
vermekteki amaç işte tam da bu sistemi sorgulamak. Şöyle ki, kültür endüstrisinin
birtakım kahramanlara ihtiyacı vardır ve sanat, bu kahramanlar üzerinden işleyen
bir endüstri oldu artık. İsimleri hatırlamak kolaydır, pazarlamak kolaydır.
Mesel Andy Warhol sergisinin başlığı Andy’dir sadece. Ve insanlar onun hangi Andy
olduğunu bilir çünkü bellekte yer etmiştir. Biraz bu sistemi sorgulamayı
amaçlıyor dizi.”
Sergi dizisiyle, aynı vurgu tekrarlanarak ironik bir
sorgulama gerçekleştirilmiş. Sanatçıların hepsinin kariyerlerinin farklı
yerlerinde ve fakat oldukça genç isimlerden oluşması da sanatçının ikonik
yerinin tersten okunmasına olanak veriyor. Dizinin son sergisi Alp Klanten’e
ait ve bu, Klanten’in ilk kişisel sergisi mesela. Böylece ortaya birtakım
sorular atmak mümkün hale geliyor: “Alp”in ya da bir diğer sanatçının, “Volkan”ın
ismi anıldığında “Andy” gibi akıllarda yer edecek mi? Ediyorsa bu durumu nasıl
tanımlamak gerekir? Maçka Sanat Galerisi kararlılıkla yoluna devam ettiği
sürece, mesela bundan yirmi yıl sonra bu genç sanatçıların tarihleri nasıl
yazılacak? Ve belki de en önemlisi, sanatçı ikonik bir figür olmak zorunda mı?
Diğer taraftan Türkiye’ye özgü tuhaf bir saptamayı yapıyor
Gürlek: “Burada sanatçılar ‘ben’ demekten çekinir ve hep ‘biz’ diye söze başlar
mesela. Türkiye güncel sanat sahnesinde hep daha, bireysel duruşlar geri planda
bırakılır ama aslında sanat bireysel bir arayıştır. Önce birey olunur, bireysel
olarak bazı şeyler dert edilir, daha sonra kolektif söylemlere girilebilir ama
sanat en başta bireyseldir. Burada ise bireysellik çok fazla göz ardı ediliyor.
Biraz da bu nedenle sanatçıların ilk isimlerini kullanarak her birinin bireysel
duruşlarının altını çizme amacını taşıyor sergi dizisi. Bir tema değil bir
çerçeve etrafında bir araya geldi isimler.”
Sergi dizisinin tüm sanatçıları, galerinin 35. yılından
hareketle sergi için tasarladıkları yeni yapıtlarını sergiliyor. İlk sergide Bengü
(Karaduman) demirden bir sandalyeyi hareketli bir örümceğe dönüştürerek
sanatçının yerleşik düzenle ilişkisini, örümcek ağına benzettiği sistemde
bireyin varlık durumunu irdeliyordu; ikinci sergide Burak (Arıkan)
koleksiyoncu-sanatçı ilişkisini görselleştirdi ve tam anlamıyla örümcek ağları
yarattı, böylece sanat ortamında bireysel ilişkilerin önemini sorguladı.
Dizinin üçüncü sergisinde Volkan’ın (Aslan) sergi için ürettiği
ve yine sanatçı mitine odaklanan bir düzenlemesi yer alıyordu. Volkan,
galerinin tarihinde bir tür arkeolojik kazı gerçekleştirerek, o mekânda bir kez
bile olsa bulunmuş tüm isimleri, kelimenin tam anlamıyla “masaya yatırdı”. Sayıları
239’u bulan sanatçının ismini farklı objelere yazdırıp karmaşık bir düzende
yerleştirerek, galerinin tarihine kendi yorumunu getirdi.
Volkan, hediyelik eşya geleneğinde var olan isim yazma
geleneğini basit, ucuz eşyalar üzerine yeniden ve fakat bu kez Türkiye sanat
ortamının tam merkezinde yer alan onlarca isimle gerçekleştirerek, ucuz-değerli
kavramları üzerinden kurgulamıştı işini. Türkiye çağdaş sanatı adına birçok
ilkin sahibinin ismi, birbirinden ucuz nesnelerde yer alarak gerilimli bir karşıtlık
da yaratıyordu. Pirinç üzerine ismini yazdırmaya kadar giden dönemsel modalardan,
“her şeyin üzerine isim yazılır” diyen dükkânlara kadar varan tuhaf ilgilere
dikkat çekti böylece sanatçı. Anahtarlıklar, metal isimlikler, tuzluk,
bileklikler, kolyeler, kültablası, kaşık, tarak… Neden üzerinde ismini taşımak
ya da kullandığı nesnede ismini görmek ister insan? “Varlığını, kimliğini,
kendini kanıtlamak olabilir,” diyor Aslan buna cevaben. Belki bunun çağdaş
versiyonu da sosyal medyadır…
İşini kurgularken kitsch denebilecek bu yazılı objelerin
peşine düşmesi, sanatçının “yüksek” estetik algısının bertaraf edilmesiyle de
sonuçlanan bir süreç olabilmiş. Elbette Volkan Aslan kısa sanat geçmişinde bile
her daim ayakları yere basan, anti-sanata yakın çalışmalarıyla anti-sanatçı
tavrını da korumuş bir isim. Ama yaşadığı deneyim, sanatçının hangi “taraf”ta
durduğuna dair işbu sorgulamayı yapmasına da meydan veriyor haliyle.
Volkan, nostalji tehlikesine düşmemeye özen göstermiş. “Sanat
dünyasından kimler geldi kimler geçti tasasından ziyade, daha başka, sanat
tarihi yoklaması gibi bir fikir benimki,” diyor. “Bir 35. yıl yoklaması.” Üzerinde
isim yazan objeler hem karışık düzende yer alıyor hem de hangi objeye hangi ismin
yazılacağı tamamen tesadüfen belirlenmiş. Böylece oluşan karmaşa, önemsel,
hiyerarşik bir düzenin de önüne geçmiş. İsimler arasında Akademi’den hocasıyla grup
sergisine katılıp bir daha sergi yapmamış biri de yer alıyordu mesela ve Ayşe Erkmen’le
yan yana duruyordu. “Çalışmayı görüp de kendi ismini beğenmeyen olmuş mudur?”
diye soruyoruz, “Bilmiyorum ama benimki niye küçük ya da altınla yazılmadı
diyen birileri olmuştur belki…” diyor hınzır bir ifadeyle Volkan.
Sanatçının ismi başlı başına bir sanat işine dönüşmüş bu
sergiyle. Kendisine kadar olan tüm sanatçıları ele alan Volkan, kendi adının
yazılı olduğu bir kolyeyi de sergi afişinde kullanarak son noktayı koymuş.
Kendisini dışsallaştırıyor gibi görünse de, tespit ettiği sanat ortamındaki
yerini böylece kaçınılmaz şekilde vurgulamış; ne içindesindir çemberin ne de…
Sergiyi bir mekan parodisi olarak da okuyabilmek mümkün. Maçka
Sanat Galerisi, açıldığı ilk günden beri adeta bir fetiş-mekân olmuş çünkü
sanatçılar için. Site-specific sanat anlayışının en tipik örnekleri bu
galeriden çıkmış, Sarkis’in 1986’da gerçekleştirdiği Çaylak Sokak ya da Füsun
Onur ve Ayşe Erkmen gibi sanatçıların erken dönem çalışmaları gösterilebilir
örneklerden yalnızca birkaçı.
Mehmet Konuralp’in mimarı olduğu galeri mekânı kendine özgü
haliyle, modern sanat galerisi “beyaz küp”ün tanımına oldukça aykırı bir yapıya
sahip. “Beyaz küpte oraya getirilen işin orayı doldurması beklenir, bu
galerinin kendi oturmuş bir gerçekliği var ve sanatçı ve yapıt ona dahil olmaya
başlıyor, o gerçeklik içinde yorumlanıyor,” diye açıklıyor Gürlek bu durumu. Sarı-toprak
rengi karolarla örtülü, nişler ve tümseklerin yer aldığı galerinin sahiden
cesur bir iç mekân tasarımı olduğu söylenebilir. Buraya özgü üretmiş olan
sanatçıların da çoğunlukla mekânın kendisinden ilham aldığı fark edilebiliyor;
Maçka Sanat Galerisi’nin 35 yılda sanat üretimine yaptığı katkı, salt bir
galeri olmanın ötesine işte böyle geçiyor zaten. Bu tutum zamanla adeta bir
gelenek halini almış ve artık orada sergi açacak sanatçının bunu görmezden
gelmesi pek mümkün olmamış. Galerinin ilk girildiği andan itibaren kişiyi
zamandan ve dışarıdan kopartan, kendini empoze eden, kendini dayatan yapısının
ne hissettirdiğini bir sanatçı olarak Volkan’a soruyoruz. “Bir ağırlığı var
galerinin. Girince ilk durup düşünüyorsun. Ben çok heyecanlanmıştım… Hesaplaşma
mekânı orası. İşin içinden kimse çıkamasın derdiyle yapılmış gibi. Arşive
baktığımda da herkes gözünü karartıp en az bir kere mekânla uğraşmış. Kendileri
memnun mu, gerçekten çıktılar mı o işin içinden, bilemiyoruz tabii.”
Mekânın bu görece dayatmacı karakteriyle ilişkiye girmemek
için Volkan’ın sergisinde çalışmanın sunumu için portatif bir düzenek seçilmiş.
Alınıp kolayca götürülebilecek gibi duran masa düzeneği sayesinde sanatçıların
galeriyle ya da soyut düzlemde sanat mekânıyla kurduğu geçici ilişki de
vurgulanmış. Özelde Maçka Sanat Galerisi mekânıyla hesaplaşmaya girişmeyi
istememiş sanatçı, çünkü geriye dönüp arkeolojisini yaptığı galeri tarihinde bu
sergi ne ilk ne de son.