Türk edebiyat tarihine hatırı sayılır roman kahramanları kazandırdınız. “Bir roman kahramanı yaratmak”ı nasıl tarif edebilirsiniz?
Bir örnekle açıklayabilirim bunu. Yazarlığımda büyük bir dönüşüm noktası gibi görülen Üç Beş Kişi adlı romanımdan bahsedebilirim. Ben düşüncemi temsil edecek kişilerle kuruyorum romanımı. Demişsem ki Türkiye Cumhuriyeti toplumu müthiş bir değişim içersinde, artık kasaba esnafı mor kalemi tükürükleyip hesabı öyle tutmuyor, makineler var. Kasaba eşrafının çocukları artık yurtdışında okutuluyor. Sanayileşmenin büyümesi sırasında eski esnaf takımı tarihe karışıyor. Bu fikri nasıl anlatabilirime takıldım. Seçtiğim şehri de ona göre seçtim sadece roman karakterlerini değil. Şimdi ben Muğla’da yazsam olmaz, orası çoktan Batı’ya bulaşmış durumda zaten. İstanbul hiç olmaz. Ankara başkent hiç olmaz. Çünkü oralar bambaşka romanların coğrafyaları. Fakat anlatmak istediğim fikri gösterebilmek için, altını çizebilmek için Eskişehir’i seçebilirim. Öyle bir şehir ki hem tren yolu olsun, eski başkent ve yeni başkente içinden geçilerek gidip gelinsin. Eskişehir aynı zamanda ilk cer atölyesinin kurulduğu şehrimiz. Trenle ilgili ilk fabrika. İşçileşme başlıyor orada, cami de var ve töre olduğu gibi devam ediyor. Geçiş dönemi için bu coğrafya bana çok uygun göründü. Sadece o kadar da değil. Burada küçük Anadolu şehrinin tanınmış bir ailesini anlattım. Köy ağalarını çok okuduk, çok da güzel yazıldı. Şehir romanı diye herkes İstanbul’u da yazıyor ama taşra yok, bu anlamda yok. Değişim sürecinin içinde orada ne olup bitiyor?
Aslında bütün mesele taşrada kadın hakları. Köy ve şehir kadınlarını çok okuduk. Fakat taşra ahlakı içerisindeki kadının durumu ne? Ana sorularımdan biri de buydu. Bana öyle geldi ki tanınmış bir ailenin karısı, kızı olan, en çok baskı altında kalan kadın takımıydı. Çünkü köylü bağında bahçesinde rahattır, ona göz kırpar bununla sevişir, gizli gizli bunlar yapılır. Üstelik alınır satılır. Şehirdeyse, İstanbul’da şapkalı Cumhuriyet kadınları Pera’ya giderler filan. Osmanlı kalıntısı kadınlar var, mirasını yemiş içmiş, bir türlü gelişmeye ayak uyduramayan… Ben Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kalan kadınları yazacağım dedim. Biliyor musunuz oradaki kadınlar tek başlarına çarşıya bile çıkamazlar. Her zaman derli toplu olacaklar, tebessüm bile etmeyecekler. Orada okumuş kadınlar, profesörler de var, Cumhuriyet ideolojisiyle yetişmiş kadınlar. Bunların hepsini anlattım kitapta.
Bir işadamı olacak dedim, adını Ferit Sakarya koydum. Ailesinin bir bölümü milletvekili bile olmuş biri bu. Küçük burjuvaya doğru gitmekte olan taşrayı okuyorum. Küçük burjuvanın değişimi için o adımın atılması şarttı diye anlatıyorum. Kitap çıktıktan sonra herkes niye Ferit Sakarya’ya bakıyor diye tartışma çıktı. Burada öyle bir iş adamı kuruyorum ki herkesle iyi bir ilişkisi var. Ankara’yla ilişkisi var, kolejden arkadaşları var. Toplum ne olacak sancısı çekip duran, ha bire konuşan… Şimdiye cevap vermiyor mu? Türküz Türküz diyenler bugün bunlar. Niye herkes Ferit Sakarya’ya bakıp duruyor? Peki bugün kim nereye bakıyor?
Sonra Kardelen karakteri var. O zamana kadar çiçek adı olarak bile kullanılmıyordu. Bugün her yerde görüyorum Kardelen ismini. Ama kimse anlamını yazmadı. Kardelen, cer atölyesinde çalışan bir babanın annesi doğumda ölen kızı. Sobasız bir toprak dam üstüne doğuyor. Babası kucağına alıyor ve yaşamaz sanıyor. Onun için de adına Kardelen diyor.
Türk edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden üçü, Dar Zamanlar üçlemesindeki Aysel, Ömer ve Tezel... Çokça tartışılan Türk aydını portreleri… Bu kadar gerçek olmalarını ve bu kadar tartışılmalarını nasıl açıklayabilirsiniz?
Tabii insan uzun yaşarsa kendisi de şaşırıyor buna. Allah Allah, ben kırk yıl, elli yıl önce bunu nasıl görmüşüm sezmişim dediğim oluyor açıkçası. Hani önsezi diye bir şey var, ressamlarda, müzisyenlerde vardır, yazarlarda da var. Herhalde onun güçlü olmasından ileri gelen bir şey olabilir.
“Stranger Than Fiction” filminde, bir yazarın romanını yazma sürecinde başkahramanı çıkıp gelir. Yani kahraman tıpkı kendi yarattığı halde aslında yaşıyordur. Siz böylesi bir tema kullandınız mı hiç? Ya da yarattığınız kahramanları gerçekte gördüğünüzü sandığınız oldu mu?
Ben aslında Fikrimin İnce Gülü’nü yazarken, kapitalist düşüncenin insanları kendine ne kadar yabancılaştırdığını, neden kişinin bir arabanın içine girdiği zaman adam olduğunu sandığını vs. anlatan, bu düşüncenin üstüne roman yazmak istiyordum. Ama karakteri önce, dış dünyayla ilişki kuran, mankenlikten gelme, köşeyi dönmeci bir kadın olarak anlatacaktım. Sonra şöyle bir şey oldu. Eşim karayolu ve köprü mühendisi. Onun gittiği her yere gittim ben. İyi de oldu, Anadolu’nun her yerini gördüm, Bir keresinde maden ocaklarının da olduğu Murgul’a gideceğiz. Çok yağmurlu bir hava var ve bir taksi tuttuk, dağa doğru çıkmaya başladık. Pırıl pırıl arabayla bir şoför geldi, yanında da ergen bir oğlan çocuğu var. Tabii yollar çok dönemeçli. İki adım gidiyoruz, şop diyor bir çamur sıçrıyor cama. Bu şoför stop ediyor, iniyor, arabanın camını siliyor, geri biniyor. Biraz daha gidiyoruz, gene aynı şey oluyor, duruyor, bu sefer tekerleklerin madeni taraflarını temizliyor. Otururken de arabanın her tarafını okşar gibi eliyle siliyor. Gene iniyor gene biniyor filan… Biz üç saatlik yolu on saatte gittik. Gece yarısında vardık oraya. Adamın yanındaki oğlun çocuğu, bir indiği zaman bize dedi ki “Abi, abla kusura bakmayın. Benim dayım böyledir,” dedi. “Bu onun için evlattan daha önemli. Bu arabaya aşık o aşık” dedi. Benim için çok anlıktı. Adamın bu halini görür görmez o kadından vazgeçtim, bitti. Bu bir erkek olacak dedim ve kurgulamaya başladım. Arabasının bunca öneminin boyutlarını aramaya başladım. Ben her şeyin nedenine bakarım. O nedenleri sıraladım Fikrimin İnce Gülü’nde hep, çocukluğundan başlayarak. Roman öyle gidiyor, o adamı öyle yapan durumlar, koşullar, aile ilişkileri… Hepsi var.
Kapitalist ahlakın toplumu nasıl bu hale getirdiğinin simgesiydi Bayram karakteri. Bireyler toplumu yapar, toplum da insanları yapar. Aradaki büyük bir alışveriş. Bu tüketim ekonomisinde paran varsa insansın, araban varsa adamsın. Amerika’da böyle bir ahlak vardı. Biz de öyle olduk şimdi. Roman o andan hareketle yola koyuldu.
Diğer sorunuza gelirsek; şunu düşünmedim değil, hatta iki yerde de kullandım. Üç Beş Kişi’de galeri açıyor Osmanlı artığı Neval Hanım. Orada ikide bir diyor ki, “Hani bir kadın geldi bugün,” diyor, “Yazar mıymış neymiş. Bakıp dururken bir cümle tutturmuş,” diyor, “Çerçevesinde ebruli güller açan ayna çerçevesi”, “Mırıldanıp duruyordu” diyor. O cümle de Tanpınar’ın bir cümlesi. Burada şunu dedim, Adalet herhalde bu galeriye gitti fakat orada bir çerçeve gördü, görgüsüzce bir şey belki, hemen Tanpınar’ın bu cümlesini hatırladı. Orada bir gözlem var çünkü, roman yazarının nerelerden ne topladığını işaret eden. Fakat adımı koyma cesaretini gösteremedim. Çünkü bunu böyle koyarsam dedim, o zaman bu romanın içinde onun hesabını vermem için yeniden başka bir yola girmem lazım. Hevesini başka bir yere sakla dedim kendime. Ad vermedim.
Ama bahsettiğin hikaye çok ilginç. Psikiyatri de gerektirir elbette. Roman fantezilerle dolu. İstediğini yapabilirsin. Mesela Hasan Ali Toptaş’ın sezgisi çok kuvvetlidir. Gölgesizler’de mesela yazar berbere gidiyor, herkes önünden geçip gidiyor… Bahsettiğin romanın ipuçlarını burada buldum. Onu biliyor diye demiyorum tabii. Bütün zamanı altüst ediyor ve içinde aslında roman kahramanı olarak kendisi var. Filmi de yapıldı, biliyorsun. Anlattığına çok yakın geliyor. Kendisini roman kahramanı yapan yazar…
Peki Göç Temizliği adlı anı-romanınızda bir roman kahramanı olarak Adalet Ağaoğlu var diyebilir miyiz?… Bir yazarın dışsallaştırdığı, yer yer idealize ettiğidir roman karakteri. Siz kendinizi yazarken kendinizi dışsallaştırmaya çalıştınız mı?
Şimdi bakınız, her ilk hikâye ilk roman ister istemez otobiyografik oluyor. Bu bir çeşit iç dökme. Yani kendisinin ben varım çığlığı gibi. O açıdan baktığınızda ilk romanlarda yazarı bulmak mümkündür. Bu sonra belki devam eder belki etmez. Benim kendimi bir roman kahramanı olarak görmemse mümkün değil. Göç Temizliği olarak düşünürsek şunu diyebilirim; biri roman kahramanı olarak bir figür arasa, kendini aşmaya çalışan bir figür arasa, bende ipuçlarını bulabilir bunun. Yani beni roman kahramanı yapabilir birisi, özellikle kadının direncini anlatmak isteyen birisi çıkarsa ortaya. Çünkü ben bir kasaba çocuğuyum, okumak istiyorum, zorluklar filan…. Belki böyle bir figür olabilirim. Ama kendimi bir roman kahramanı olarak nasıl görebilirim bilemiyorum. Çünkü görürsem fazla övünmek girecek içine, onu da pek sevmiyorum. Ama bir dış gözlük takınca, kendim de diğer roman kahramanları gibi tartışmalıdır. Niyete bağlı, niyet çok önemli burada. Mesela ben illa kendi hakkımda ben buyum ben şuyum demek isteseydim Fatma İnayet diye bir kahraman yaratmazdım. Öyle yazarlar da var, kendini yücelten yahut çok yüce bir kahramanın yerine koyan.
Fatma İnayet, sizin doğduğunuzdaki adınız ama kitapta iç sesi dillendiren “öteki” olarak sunuluyor. Fatma İnayet bir roman kahramanı mı yoksa yaşamınızda da tıpkı kitabınızdaki gibi içsesiniz oldu mu?
Bu romanda ondan ilk kez bahsediyorum ama günlüklerimde var. O benim tiyatroda kimsenin bir türlü başaramadığı, romanda da italikle filan yaptığı içsesim. Yani kendi kendimin kontrolü. Büsbütün takma ad da değil. 1933 yılında kız çocuklarının okula gitme yasası çıkarılınca o zaman beş yaşındayım fakat yedi yaşında olmalıyım ki denk düşsün. Bu sefer apar topar nüfus kâğıdım çıkarılıyor. Ebe bana Fatma demiş bir kere, göbek adı koyarlar ya hani. Bir keresinde de babam Adalet değil İnayet demiş. O telaşta babam Fatma İnayet diye yazdırıyor beni nüfusa. Ben ta ortaokula giderken bu mesele çözüldü. Benim adım Fatma Adalet Sümer aslında fakat ortaokulun ilk günü, adım okunuyor, ben kendi adımı bilmediğim için giremiyorum. Bu çocuk kaydedilmemiş diyorlar.
Bunları anlattım Göç Temizliği’nde. Erkek kardeşlerim de benimle inatlaşmak için “Fatma İnayet Fatma İnayet” deyip duruyorlar. Ben de üzülüyorum. Çünkü Adalet diye çağrılıyorum. Hatta çarşıdan geçiyorum, “Adalet müsavet yaşasın millet” diye esnaf arkamdan tempo tutturuyor. Ağlaya ağlaya eve geliyorum…
Tabii bu isim gerçek aslında hem benim değil. Hem olmuş bir olay hem benim değil… İç sesimin yerine koydum ben de bunu. Benim müfettişim, günlüklerimde bunu çok sık tekrarlıyorum. “Müfettişim diyor ki…” Mesela birisi için “Ne biçim bakıyor” diyorum, “Hadi hadi, o gün böyle düşünmüyordun ama” diyor bana mesela. İçsesimi temsil ediyor.
Roman yazmak belki de şuna da bir isyan olabilir diyorum. Nasılsa insan kendisi yazıyor romanı, kendisini yazıyor aslında, kendi yalnızlığını yazıyor. Yalnızlığını böyle dolduruyor, böyle bir direniş icad ediyor fantezilerle.
Yine aynı kitabınızda “Hiçbir yazar kendini yazamaz” diyorsunuz. Neden?
Damla Damla Günler adındaki günlüklerimin bir bölümünde Canetti’den bir laf aktararak bunun cevabını vereyim size. “Her yazar ötekini geçmişe itip onun oradaki durumuna acımak ister.” diyor. Ferahlama bir çeşit. Ötekini geçmişe itip onun oradaki durumuna acıyor, rahat bu.
Tekrar Fikrimin İnce Gülü’nden konuşursak… Bir internet sitesinde okudum. Kitabı okuyan biri, filminin yapıldığını ve başrolde de İlyas Salman’ın oynadığını öğrenince o kadar şaşırıyor ki kitaba devam edemiyor. Filmi, dizisi yapılan kitapların kahramanları, yönetmenin seçimiyle görselleşince etkisinden yitirir mi sizce? Tabii oyuncunun yorumu da söz konusu…
Bu önemli bir soru ve sorun. Sinema dili farklıdır roman dili farklıdır, bunu ben çok iyi biliyorum zaten. Senaryo gibi bir roman ve onun için kolaylarına da gitti. Toplanmış bir romandı, beraat etti iki yıl sonra. Sansürden korkuyorlardı o zaman. Fikrimin İnce Gülü için film yapmak üzere bana başvurulduğunda iki şey rica ettim. Bir, yazarın hayatta duruşunu ve anafikrini değiştirmesin. Nasıl anlatırsanız anlatın ama yazarın fikri ve kişilik durumuna aykırı bir şey olmasın dedim. Bu romanı niçin böyle yaptığıma karşı bir şey olmasın istedim. “A tabii!” dediler. Kim oynayacak diye bana bir kez sordular. Ben de dedim ki herhangi biri olsun. Mesela bir minibüs şoförü, sokaktaki vatandaş… Sonradan öğrendim ki rolü İlyas Salman’a vermişler. Aklım durdu! Sonradan mahkemeye de verdim onun için, davalı oldum. Şuna itiraz etmek istedim: Bir kere İlyas Salman atipik. Okurun romanı bırakıvermesine çok hak veriyorum. Ben olsam ben de aynı şeyi yapardım. Hangi köy kızı ne olursa olsun İlyas Salman’ı sekiz yıl-on yıl beklesin aşık olup? Mümkün mü bu? Mantıklı şey değil. Şener Şen’i de istemiştim, olmadı. Herhangi biri ama biraz hoş biri olabilirdi. Gençliğinde yakışıklı olmuş filan...
Ben Bayram tipini kapitalist ahlakın kendisine yabancılaştırdığı toplumu, insanı anlatmak için yazmışım. Anafikir de gidiyor. İkincisi benim hayatta duruşuma, fikri duruşuma ihanet oluyor film. Çünkü Bayram’ın askerlikte gördüğü bütün işkenceleri, askerlik hayatını tamamen yok etmişler filmde. Koskoca apoletli subaylar tekme atabiliyorsa birine, ben kim oluyormuşum da birini koruyacakmışım diyen cahil biri Bayram. İnsan insana böyle muamele edebiliyor demek deyip vefasızlığı öğreniyor. Kendisine Almanya’da o kadar kucak açmış aile araba kazası geçiriyor, basıp geçiyor yanlarından. Bayram’ın böyle olmasının nedenleri var hep. Askerlik hiç yok. Nöbette durduğu sahne birçok şeyleri anlatır ama yok…
Peki bu soruyu Fikrimin İnce Gülü’nden gayrı düşünüp sorarsam size?…
Okur olarak romanı okurken yüz yapıştırırız birine. Sinekli Bakkal’ın Rabia’sına bir yüz yapıştırırsın. Ondan sonra sinema veya dizi yönetmeni ona senin tasavvur dahi etmediğin bambaşka bir yüz verir. Sen hiç öyle manken kılıklı birini düşünmemişindir halbuki. Okurun hayali başka yönetmeninki başa. Hanımın Çiftliği’ndeki Güllü’yü ben başka türlü düşünmüştüm mesela. Aşk-ı Memnu var bir de tabii çok ses getiren. Soruyorlar nasıl buluyorsunuz diye, “Vallahi Aşk-ı Memnu filan yok benim için, sadece bir moda defilesine bakar gibi bakıyorum” diyorum.
Eski bir romanı bugüne taşırken de çok dikkatli olmak gerekiyor. Ben sinemayla yazarın ilişkisini şöyle kurdum. Yönetmen yazarın dünyasını çok iyi bilmeli her şeyden önce, duruşunu ve bakışını çok iyi bulmalı. Bir de Halit Refiğ gibi, yalnız kendi yazarını yapanlar var. Ne de güzel yaptı, çünkü onu su gibi içmiş. O romanın anlamını daha iyi verebiliyor.
Bir yazarın ruhuna ermiş olmalı yönetmen, onu istemesi lazım, yazarın göze görünmez yanlarını, kaçılmış yanlarını gösterebilecek olması lazım.
Siz kahramanlarınız betimlerken kendinize nasıl bir sınır belirliyorsunuz? Çok anlatımcı olmamanızın nedenleri neler?
Yazarken de bu konuyu çok düşündüm. Tip belirlemesine, roman kahramanlarının yüzü şöyle kaşı böyle demeye daha az önem vermeye çalıştım. Hem klasik hem de modern romanımızda öyle betimlemeler uzun uzun yapılır. Ben bunu asgariye indirmeye çalıştım. Fakat öyle bir şey olsun ki bir gülümsemeye veya bir gözün rengine öyle bir ad koyayım ki herkes için geçerli olsun istedim. Bal rengi gözler deyip çıkıyorum mesela. Fakat uzun uzun dudağı şöyle kıvrıldı, böyle oldu, gözünde iki damla yaş belirdi aktı aktı aktı filan olmasın istedim ve onu yapmadım. Neden? Çünkü orada görsel bir şey yaşıyoruz. Her şey biliniyor, her şey açık. Ne olacak burada? Yazarın kendi gördüğü ve anlam verdiği şey. Kelimelerle yazılıyor bu.
Ben bir tek Yazsonu’nda özellikle doğa betimlemelerini kullandım, çünkü oralar öyle kalmayacaktı. Deniz kıyıları betona bulanacaktı çünkü. Doğa gider kitap kalır dedim. Betimlemeye tek önem verdiğim romanı Yazsonu’dur. Böyle istiyordu o roman, gelecek boyutu da böyle istiyordu.
Kendinizi en çok kendiniz eleştirdiğinizi biliyorum. Sonradan şurada şöyle yapsaydım dediğiniz hiç oldu mu?
Örneğin Ölmeye Yatmak’taki müsamere sahnesi için sonradan düşündüğümde fark ettim ne yaptığımı. İlkokulda sekiz tane öğrenci seçiliyor orada. Jandarma komutanının oğlu da var, doktorun oğlu da var... Zaman geçtikçe anladım ki her sınıftan bir çocuğu seçmişim ve onların gelişimini anlatmışım. Diğer kısımlarda da atıflarla sürüyor o sahne. Fakat bir kusurum var. Orada dindarın oğlu olan Hasan’ın daha da altını çizmeliymişim. Mesela ilkokul öğretmeninin köy çocuğu annesiyle Öztürkçe konuşması sahnesini… Benzeri şeylerin altını çizmeliymişim. O yeni dile alışık olmayan biri var çünkü. Orada kendi babama karşı da çok suçlu hissettim. Cumhuriyetin ikinci kuşağının kızı olarak, annenin babanın hemen cumhuriyetçi olamayan durumları için küçük gördük onları. Kısa çorap giydirmiyor annemiz diye ağladık mesela. Hâlbuki şunu düşünmeliydim. İnsanlar bugünden yarına eski Türkçe yazarken birdenbire değişiyor. Onların trajedisini romanı yazdıktan sonra görebildim ancak. Bu nedenle Hayır var, anneyle hesaplaşma var belki.
Sezgi var tabii ama resmi ideolojiyle çok kısıtlanmışınız, bilmeden otosansür yapabiliyorsunuz demek ki diye dündüm. Yoksa orada aslında çok cesur davrandığımı da gördüm. Jandarma komutanının oğlu çok şımarık mesela, vesayet ideolojisini temsil etti. Bunları sonradan çözdüm fakat AKP’nin gelişinden sonra pekala dindarın oğluna bir boyut daha ekleyebilirmişim dedim.
Fikrimin İnce Gülü’nde ne yaptım peki? Tek başına arabasında konuşup duruyor, kendi iç sesiyle bir tek kahraman var orada, bir de arabası ve yoldan geçenler var, o kadar. Gayet rahat küfrediyor, gayet rahat anılarını anlatıyor, gayet rahat arabasıyla konuşuyor kendi kendine. En kolay yazdığım roman çünkü iki sesli sayılır. Doğrusu iki-üç yılda, en kısa sürede yazdığım tek roman olmuştur. Fakat yeni bir basımda rahat duramadım. Günah çıkarır gibi bunu şimdi itiraf ediyorum. Dedim ki bir şey yapmalıydın Adalet, tek başına arabasıyla konuşup durmayabilirdi. Bazı laflarını da bir yere anlatabilirdi. Düşündüm taşındım, bir şey yapamadım, getirdim dikiz aynasının üstüne bir uç uç böceği kondurdum. Uğurböceği. “Vay baksana bu hayvan da nerden çıktı, sen nerden geldin ulan” diyor Bayram, ona bir şeyler anlatıyor. Ona bir hedef saptadım. Yani işte, roman kahramanları derken bu bir böcek bile olabiliyor.
Böyle nitelenmeyi pek kabul etmeseniz de sormak istiyorum. Bir kadın yazar olarak yadırgandığınız oldu mu?
Garip bir şey oldu. Fikrimin İnce Gülü çıkınca herkes yolda önüme gelip, “Siz erkek değilsiniz, Almanya’da işçisi değilsiniz, araba kullanmıyorsunuz. E peki nasıl yazıyorsunuz bunu? Nasıl oldu bu?” dedi. Herkes aynı şeyi söyledi. Öyle oldu diyordum, ne diyeyim?
Çok etkilendiğiniz, keşke ben yazmış olsaydım dediğiniz roman kahramanları var mı?
Çok ayıp olacak ama benim okur olarak ben olsaydım bunu şöyle yazardım ben olsaydım şunun şurasını şöyle yapardım gibi bir hesaplaşamam oldu hep. Bir tane Türkçeye çevrilmiş bir roman var, adını hatırlayamadım. Tom Dardis’in Keaton üzerine yazdığı The Man Who Wouldn’t Lie Down vardır. Eski Mc Carth döneminde Hollywood senaryo yazarlarından birisi olan Keaton ortadan kayboluyor. Polisiye hikâye gibi ama polisiye değil. Onun aranış hikâyesi mesela. Ben böyle şeyleri seviyorum. Böyle yazamıyorum çünkü o boyutlarla pek ilgilenmedim herhalde. Erkekler bunu daha iyi yazıyor. O romanı ben yazabilmiş olmayı isterdim. Olmuş bir hikâyeden, gerçekten yola çıkıyor. Fakat müthiş bir roman dünyası kuruyor.
Bir de tabii herkes söyler, Dostoyevski’nin şu, Çehov’un bu kahramanı diye. Her biri hepimizin aklına gelir. Özellikle Budala’da Prens Mışkin mesela. Budala’yı ben yazmak isterdim. Aslında çok düşünce yüklü olduğu için Goncharov’un Oblomov’u ve onun uşağı Zahar benim kahramanlarımdır! Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki kahramanlardan da benim için en önemlisi Stavrogin’dir. 12 Eylül’den sonra, hani basında sorarlar ya tatilde okunacak kitap olarak ne tavsiye edersiniz diye. Ecinniler demiştim hemen. Bir de Peçorin vardır Çağımızın Bir Kahramanı adlı Lermontov’un romanında. Ama ben aslında Oblomov’u hiç unutmadım. Bir onu bir de Stavrogin’i yazmayı isterdim kahraman olarak.
Mesela sorulur ama Virginia Woolf’tan hiç etkilenmedim, çok geç okudum zaten. Batı’dan etkiyenmiş diye bir şey denemez benim için. İngilizce okumuyordum zaten, Fransız edebiyatını biliyordum. Böyle iyi bir okur olmak bana birikim sağlıyordu. Beni Ingeborg Bachmann’a da çok benzetiyorlar. Ben doğrusu onları kendime göre eksik buluyorum. Mesela Simone de Beauvoir’ı da kabul edemedim, onun ezilen kadına bakışı. Çünkü o Paris’te Sartre ile oturmuş, içkisini içerek yazarlık edip, felsefe yapıp duruyor. Bizim koşullarımıza cevap vermesi mümkün değil. Çok boyutlu bakmamış hiçbir şeye. Bu bizim kıstırılmışlığımıza cevap olamaz, bizim Kürtün kıstırılmışlığını duyamamamız gibi. Bir kere kendilerini çok beğendikleri için kendileri vardır sadece.
Peki Camus neden çeşitli insanların durumlarıyla bu kadar ilgili olabiliyor? Kendisi Cezayir’de, Fransa’nın dominyon ülkesindeki mezalimi görmüş de ondan. Ne yapıyor? Ecinniler’i tiyatro oyununa çevirirken trafik kazasında ölüyor. Ecinniler’le niye uğraşıyor? Sartre ile bir araya neden geliyor? Sartre’ı da beğenmiyor gerçi. Ben de Simone de Beauvoir’ı tam böyle beğenmiyorum doğrusu. Fakat Camus’nün bir şansı var, misyonerlikler yardımıyla Fransız kültürünü edinmiş. Onun için Asiye Cabbar ile ikimiz de Müslüman ve kadın yazarız diye beni bir sempozyumda yan yana getirdiler ama aynı değiliz. Çünkü ben dominyon bir ülkenin kadın yazarı değilim. Çünkü o Fransızcayı anadili gibi kullanıyor. Çünkü Batı’yla ilişkileri dedelerinden başlıyor. Ama iyi ki onlardan farklıyız. Onun için Türkiye Cumhuriyeti toplumu gibi bir toplum dünyanın hiçbir yerinde yok.
Roman Kahramanları dergisi ikinci sayısında yayınlandı..