Özdemir Altan’ı tanımlamak için birçok şey söylenebilir ama en doğrusu herhalde “resimleri gibi konuştuğu”dur. 1931 doğumlu ve 70 yıldır resim yapıyor. Dizileri kadar renkli, değişken ruhlu bir sanatçı ve bunu heyecanını asla kaybetmemiş olmasına borçlu. 15 Mayıs – 30 Haziran 2007 tarihleri arasında, Beşiktaş Çağdaş’ta açılan “Özet Retrospektif” sergisini bahane ederek kendisiyle görüştük. Sanatçının kendi resminden yola çıkarak ülke ve dünya sanatına açılan, enerjisine ortaklık etmemenin imkansız olduğu bir sohbete daldık.
Elif Dastarlı: Sizin için “Türk resminin yaşayan en önemli ustalarından” deniyor. Bu noktaya gelmek için neleri gözden çıkarmak ve neleri göze almak zorunda kaldınız?
Özdemir Altan: Dünyaya tanrı vergisi bir gözle doğmuşsanız, bu işi çok seviyorsanız zorluklar pek bir şey ifade etmez. Çünkü o kadar baskındır ki o sevgi. O lazım, bu lazım ama biraz da dahi olmak lazım tabi. Zira ben nerdeyse bebek yaşımda başladım resme. Büyük bir sevgi ve büyük bir uğraş gerekiyor bu iş. Dolayısıyla o sevgiyi içinde taşıyan ve o şekilde yaratılmış birinin bu alanda istikrarlı olması için pek direnç göstermesi gerekmiyor. Üstelik giderek koşullarımız zorlaşmakta. Benim gençliğimdeki Türk sanat ortamı ile bugünkü sanat ortamı arasında büyük farklar var. Gidişat, ilginin artması nedeniyle iyi, fakat ahlakın bozulması nedeniyle kötü.
ED: Resim yapmaya neredeyse bebekliğimde başladım dediniz. Neden ve nasıl oldu resme yönelmeniz?
Özdemir Altan: Evet, küçükken masanın altında resim yapardım. İlkokul ve ortaokulda bana “sınıfın ressamı” derlerdi. Hatta bir hoca beni kürsüye oturtmuştu öbür öğrenciler benden yürütmesinler resmi diye.
Ben ailem bakımından şanslıyım. Kendimi geliştirmemde onların büyük etkisi oldu. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarında savaşmış bir burjuva ailesi. O dönem herkes İstanbul’a giderken Atatürk’ün ordusuna katılmak için bütün malları mülkleri satıp İstanbul’dan Ankara’ya gitmişler. Dedem Mevlevi, tekkesinden çıkmamış zavallı adamı oradan koparıp Ankara’ya götürmüşler. Benim ailem işte böyleydi. Ben de bu dürüst çizgiyi devam ettirmeye çalışıyorum.
Çok küçük yaşta klasik müzik öğrendim ailemden. O birikimle hızlı geliştim. Kayseri’de Akademi mezunu Halit Doral isminde bir müze müdürü ile, en ciddi Akademi öğrencisi gibi resim çalışmaya başladım. Halkevleri vardı o zaman. Komünizm propagandası yapıyor gibi bir düşünceyle, Köy Enstitüleri’ni kapattıkları gibi kapattılar onu da. Orda resim çalıştığım için Akademi’ye gittiğimde bir mezun kadar resmim vardı.
ED: Akademiye nasıl yönlendiniz?
Özdemir Altan: Ben iyi bir öğrenci değildim ortaöğretimde. Resmi seçmekten başka türlü “adam olmaya” niyetim yoktu! Eğitimde çift dikiş gittiğimi oğluma da çok geç söyledim beni örnek almasın diye! Tam 70 yıldır da resim yapıyorum.
ED: 50’li yıllarda Akademi’deydiniz. O dönem bambaşka olmalı. Dönemin havasını biraz anlatır mısınız?
Özdemir Altan: O dönem oldukça karakteristik bir dönemdi tabi Akademi için. D grubunu temsil eden hocalar, Cemal Tollu, Sabri Berkel, Zeki Faik ki ben onun öğrencisiyim, desen dersini aldığım Halil Dikmen, Ali Çelebi, Zeki Kocamemi... En parlak dönemler... Sonra Türkiye’nin başına gelen birtakım şeyler orada da yaşandı. Bütün kurumlar tuhaf bir hastalığa yakalandı. İletişim olanakları, dünyadaki gelişmeler vs. Türkiye’ye yansırken Akademi geri gitti. Birkaç nedeni var bunun. Çok açmak istemiyorum o noktaları çünkü isim vermek gerekiyor, onu da şimdi istemiyorum. Tam ölürken isimleri açıklayıp “Eyvallah” diyeceğim sonra! Mahkemeye de verseler iş işten geçmiş olacak!
O dönem Akademi çok amatör ruhlu tabi. Bugünkü sanatçıların bünyesini sarmış olan fena halde para kazanma illeti yok. Zaten olsa da fark etmezdi çünkü resim satılmazdı. Yılda bir resim ya satardı ya satmazdı. Amatör ruh o esnada bizlere aşılandı tabi.
ED: Akademi’de öğrenciliğinizden sonra asistan oldunuz. O dönem hemen herkesin yaptığı gibi Avrupa’ya neden gitmediniz?
Özdemir Altan: Gidenlerin hepsi devlet olanaklarıyla gittiler. Benim zamanımda öyle bir sınav açılmadı. Yurtdışında eğitim imkanım olmadı ama sık sık yurtdışına gidip geldim. İlginçtir, formasyonunun %80’inini yurtiçinde yapan tek sanatçı benim. Bir yıl kendi imkanlarımla Paris’te kaldım. Romantik dönemim devamı “Krallar ve Kraliçeler” dizisi de orada başladı. Paris’te bir moda dergisinin kapağı ve Lautrec’in bir resminden esinlenerek oluşturdum. O resimlerim klasik resimle bir hesaplaşma, vedalaşma gibi. Rubens, Rembrandt, Goya ve başka sanatçıları görebilirsiniz tuvalde. Olanaklarım da oldukça sınırlıydı, küçük bir odada kalıyordum. Babamın yollamış olduğu erzak kutusunun bile kapağını söküp resim yapmıştım.
ED: Modern Türk resminde size biçilen payeyle kendinizi konumlandırdığınız yer örtüşüyor mu? Şu an bulunduğunuz noktayı sizin tarif etmenizi istesem?
Özdemir Altan: Evet, örtüşüyor bence. Ama bu konumumu kendi marifetimden ziyade Türkiye’deki sanatın yalınkatlığı, espastan yoksun ve geri oluşuna bağlıyorum. Mevcudun içinde ileride gözüküyorum çünkü. Dünya standartlarında bir sanatçı olduğumu biliyorum. Özellikle son geliştirdiğim çok kişili çalışmalar dünyada ilk.
Türk müziği de bugün tekdüze değil mi? Espas kaygısından, çok renklilikten, çok seslilikten yoksun. İşte bu gerçekler bana sanat yaptırdı. Sanatım bir tepkinin ürünü.
Piyasadaki arkadaşlara sataşmanın pek anlamı yok ama hiç kimse hiçbir şey yapmıyor. Herkesin tek bir amacı var: resimlerinin fiyatını artırmak. Son zamanlarda müzayedeler dolayısıyla da fena halde herkesin aklı fikri para oldu. Resmi yüksek para edince büyük olmuş oluyor! Büyük ressam olmak için bu yolu seçmek, binaya kapısından değil de bacasından girmek gibi bir şey. Peki gerçekten büyük ressamlık ne olacak?
Cezanne keçi gibi bildiğini okumuş. Paris’e eser gönderdiği zaman oradaki eleştirmenin birisi, “Gülmek isteyen gitsin Cezanne diye biri var, onun resmine baksın” demekteymiş. Çok uğraşmışlar onunla ama öldükten iki yıl sonra da hiç utanmadan dev bir retrospektif sergisini yaptılar. Demek ki domuz gibi biliyorlarmış hepsi. Ben kendimi Cezanne’a benzetmek istemem ama durum benziyor. Herkes biliyor benim ne yaptığımı, resmim satılsın diye bir derdim de yok. Çok paraya ihtiyacım var kendime büyük bir atölye yapmak için ama o olmayacaksa tenezzül etmem hiçbir şeye.
ED: Birbirini takip eden ve hatta eşzamanlı ilerleyen birçok farklı seriniz var. Serilerinizde konu ve biçim zamanla değişerek ilerliyor yani dönemleriniz birbirinden oldukça farklı. Bu değişimin nedeni ne?
Özdemir Altan: Tamamen yapısal. Bir diziden diğerine geçerken her şey kendiliğinden oluveriyor, yaşadığım sürecin birdenbire ortaya çıktığını görüyorum. Farklı olaylar da farklı biçimlerde açığa çıkıyor. Herhangi bir uyarı, bir işaret görüp ona takılıyorum. Mesela “Ramazan Resimleri” şöyle çıktı: 12 Mart’ın kurmay subayları, mit mensupları vs. okula gelip bizi salonlarda toplayarak brifingler veriyorlar. Stalin kimdir, Troçki ne yapmıştır... Şemalar, haritalar, krokiler... Herkesin ödü kopuyor tabi. Ben de tam bir şeyler bekliyorum demek ki o dönem, hissediyordum. Bir tanesinde subayın biri asetat kağıdından Türkiye ve Rusya haritası üzerinde oklar, çubuklar gösterdi. Ben bayıldım onlara! Eve gider gitmez hemen benzer resimler yapmaya başladım ve “Ramazan Resimleri”ni yaptım çünkü Ramazan ayıydı. Arkasından da kolajlar ve üç boyutlular dönemi sökün etti.
Öğrenciliğimin son sınıfında “Savaş” adında bir resim yapmıştım. Yerde de, düşmüş, güzel giysili, yakışıklı bir şövalye var ama ölmüş. Sonra “Caca Beyin Ölümü”nü yaptım, yine yerde birisi yatıyor, ölmüş bir figür. Döndüm dolaştım, “12 Mart ve Sonrası” dizisinde yerde vurulmuş yatanlar var ya, giysileri vs. ile aynı figür. Bakın ne tuhaf! Bilemem ki o figür nerden geliyor.
Gerçi, “12 Mart ve Sonrası” sırasında okuldan sevdiğimiz solcu öğrenciler, dağda sürek avı gibi öldürülüyor, yakalanıyor. Her gün cinayet haberleri, karmaşa... Onlarla birleşti bu konular. Tam o sıralarda köpeğim Kandit de öldü. Hastaydı, veterinerin verdiği siyanür iğnesi ile öldü, iki görevli alıp götürürlerken hayvanın cansız bedeni sarktı. Eve gider gitmez vurulmuşları resmetmeye başladım ve 1980’lere kadar o resimlerim değişerek sürdü.
Arka arkaya gelen acı dolu resimlerden sonra 1972 – 73’te mekanik kulanım eşyalarına benzeyen kompozisyonlarım ve zamanla kolajlarım oluştu. Aslında kolajlar Paris’te geçirdiğim bir yılda başlamıştı. Birbirine yabancı elemanları birleştirmek benim tabiatımda var. Nitekim bana dev bir yapıştırıcı verin, dünyada elime gelen her şeyi birbirine yapıştırayım! Bu sergideki kolajlarımda da görebilirsiniz; okulda serigrafi, litografi atölyelerinde öğrencilerin çöpe attıklarını havada tutup onların üzerine devam ettim. Belki söylememem gerek ama bir tanesinin üzerine iki parça eklemişim mesela.
ED: Resimlerinizin isimleri de oldukça ilginç: “Korkusuz Jean ve Sevgili Eşi”, “Kısa Pepin”, “Halkı Tarafından Çok Sevilen Bir Kral”, “Tepegöz ve Sinek Kralının Oğlu”... Neden bu isimler?
Özdemir Altan: Hepsi uydurma. “Bombardımanın Sakıncaları” resmimi yaptığımda savaş bile yoktu, sonradan Irak Savaşı başladı. Ya da ben “Doğulu Göçmen Çocukların Yerleşim Sorunu”nu yaparken bugünkü bugünkü meseleler gündemde değildi. Sadece Çernobil faciasıyla ilgili bir resim yaptım ondan etkilenerek: “Radyasyonun Bombardımanla Giderilmesi Veya Azaltılması” Şimdi bu ne demek! Bombardıman nasıl azaltacak? Öldürüyor, böyle azaltıyor bir miktar! Mizah hep var tabi, hayatım mizah benim.
ED: “Soyağaçları” nasıl başladı?
Özdemir Altan: 12-13 yıldır devam ediyor o resimlerim. Onlar bir öğrencimin vaktiyle annesiyle yaptığı bir işi görünce oldu. Gidiyorlar bir kırtasiyeden kalpli malpli hediyelik kağıt alıyorlar, rezil bir şey! Üzerine de kolaj yapıyorlar. Döküntü de bir çerçeve yaptırıyorlar. Ben bunu görür görmez çıldırdım. Sonra aldım kızdan birkaç tanesini ve bakarak resim yaptım.
Biz iki kişiyiz diyorum hep, yapan ve denetleyen. Bozcaada’da çalışırken yaptığım şeylerin birdenbire değiştiğini gördüm. Yapan, yeteneği ne kadarsa onu yapacak, ama denetleyen akıl, deneyimler, ürkeklik, cesurluk.
ED: Bu iki karakter arasında nasıl bir denge sağlayabiliyorsunuz?
Özdemir Altan: Biri diğerini itiyor, teşvik ediyor ya da bırak ne halt ederse etsin diyor. Riske girmek gerek, yanlışlar yapmalıyız. 1980’li yıllarda öğrencilerime ısrarla yanlışlar yapınız derdim.
ED: Yaptığınız ve yanlış olarak nitelediğiniz resimleriniz var mı?
Özdemir Altan: Ben çocukluğumdan beri hep klasik müzikle ve yüksek estetik beğeniyle yetişen biri olarak hala estetize yani hala güzel şeyler mi yapıyorum kaygısı yaşıyorum. Mesela bu sergideki kolajlarımın güzelliklerinden taciz oluyorum. Güzel şeyler yapmaktan korkuyorum. Tabi geleneksel terbiyeyi ikinci plana itmek lazım. Ama o hep başımda Demokles’in kılıcı gibi. Bunu bozmaya çalışıyorum.
ED: Postmodernizm’e ya da Pop Sanat’a da bu bozma güdüsünden mi vardınız?
Özdemir Altan: Aslında hayır. Bozamadım zaten. Bana postmodern denmesi de şöyle oldu. Bir sergimde kolaj ve üç boyutluları sergilerken eleştirmen Yalçın Sadak “Siz anadan doğma postmodernsiniz” dedi. Henüz 1983 gibi bir yıl ve postmodern lafı daha Türkiye’de pek kullanılmıyor bile.
Ama akıl için yol birdir. Bütün sanat tarihinde de aynı değil mi zaten? Örneğin Kızılderili halılarıyla Anadolu kilimleri birbirine benzer mesela. Aynı çağlarda insanlar aynı verilerle muhataplar ve benzer üretebiliyorlar. Gelişmişlik düzeyi, kültürel düzey yaklaştıkça birbirine benziyor işler. Mesela, son zamanlarda duydum bunu, benim resmim için, “Çok Batı kokuyor.” diyorlarmış. Buraya gelen bir arkadaş dedi ki, ne kadar haksız olduklarını serginize gelince gördüm, anladım. Türk resmi, hiç referansı olmadığı için tamamen içine kapanık. Ama bütün dünya sanatının dünyayla ilişkisi kaçınılmazdır. Çünkü sanat referans verir, etki kaçınılmazdır, yöntem değil sonuç önemlidir. Picasso’nun Avignonlu Kızlar’ına bakın, arkasında Katalan sanatı, Afrika sanatı vs. vardır.
Takvim yaprakları bizi ajite ediyor, şunu yapınız diyor. Hiçbir şey hakkında ne eni konu düşündüm, ne araştırdım günlerce.
ED: Çok kişiyle yaptığınız pano çalışmalarınızda da doğrudan göndermeler var Batılı ustalara. Peki bu kolajları neden farklı insanlarla yaptınız? Sanatçı dehasını geri çekmek gibi bir amacınız mı vardı özellikle?
Özdemir Altan: 1970’te doçentlik deneme dersimde Türk resminde espas konusunu seçmiştim. Türkiye’de espasın irdelenmesi için bir manifesto niteliğindeydi. Klasik resimde konu ve espas vardır ve espas ön plan – arka planla derinlik olarak ele alınır. Halbuki espas ondan ibaret değil, bunu fark ettim. İkincisi, Türk sanatının espastan yoksunluğu, yalınkatlığı, bu tekdüzelik bende bir reaksiyon yarattı. Bu iyi çünkü etkilenim etki ya da tepki şeklindedir. Sonra fark ettim ki farklı elemanlar yok resmimizde. Bu noktadan hareketle ilk kez 1989’da Osman Hamdi Salonu’nda, bir pano üzerine çalıştık. Öğrencilerime bir şey yapıp, bulup gelin dedim. Ben de bir gün evvelden afişler, fotoğraflar, objeler vs. topladım. Ertesi gün herkes getirdiklerini birleştirdi ve bir resim yaptık. İçinde her şey vardı, objeler, objelerin fotoğrafları, insan fotoğrafı vs. vardı ama insan yoktu. Sonra pano üzerine bir sepet yaparak torunumu da aldım oraya yerleştirdim, böylece insan da oldu içinde. “Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesinden oluşur” nokta!
Yaptığımız Rauschenberg’in çalışmaları gibi olmuştu. İkinci panoyu yaptıktan sonra bir şey fark ettim; birbirinden farklılıkları bir araya getiriyorsam bu rastlantısaldır, bilinçli değildir. Rauschenberg’in yaptığı da oydu. Farkına varmadan elemanları kompoze etmeye, güzelleştirmeye karşı da sonradan resme müdahaleyi yasakladım. Sonra işi daha da geliştirerek, oldu olacak çizgi de benim olmasın dedim ve harita kullanmaya başladım.
Resimde kompozisyon, valör, ritim vs. hepsini sıfırladım. Olmuş mu olmamış mı? Siz karar verin. Ben bunlardan birini yaptığımda bir arkadaş “Hocam oldu mu bu” dedi. Olmaması gerektiği için olması gerekti dedim! Çünkü siz bu alandaysanız tabi ki olmaması gerekeni yapacaksınız.
ED: Bugün dünyanın her coğrafyası kaynıyor. Çok sıcak çatışma yaşıyor insanlar. Bu hali içinde dünya sanatı ve Türkiye’deki sanat ne olmalı sizce?
Özdemir Altan: Yeni insanlar yeni verilerle gelirler dünyaya. Bu hiçbir zaman bitmeyecek. Dünyanın hali sanata yansıyor. Gittikçe sertleşti sanat. Türkiye’de ise para belirliyor bugün her şeyi. Geçenlerde bir yerde konuşmacıydım. Konu: “Türkiye’de sanat nereye!” Cevap: “Paraya!” Eğer dedim, minimalist bir sanatçı olsaydım çıkıp “Paraya!” der inerdim. Sonra para kazanmak için nasıl yüz kızartıcı şeyler yapıldığına dair örnekler verdim.
ED: Siz neler yapacaksınız?
Özdemir Altan: “For Buki”ler, Buki isimli köpeğimin ölümünden sonra çıktı ve devam ediyor. Yazı, tuvalde bir sanat elemanına dönüştü. Böylece lügati bir eleman daha ekleniyor tanımımıza; yazı, yazının anlamı, daha doğrusu çok anlamlılığı.
Çok kişili çalışmalar devam ediyor, iki proje Berlin’de sergilenecek. Emin olun, ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok, ama aniden esebilir.
rh+sanat dergisi