Elif Dastarlı: Sanat tarihinde “kadın” meselesini nereden başlatmak gerekir sizce?
Beral Madra: Türkiye’de Modernizm’le bağlantılı giden bir süreç bu. Dünya sanatında ise prehistorik çağlardan günümüze kadar kadın, sanatın içinde bir temsiliyet olarak sürekli var oluyor ve sanatın üsluplarına, ideolojilerine göre farklı biçimlerde değişerek bugüne geliyor. Başlangıçta ana tanrıça formunda “tapılan kadın” olarak başlıyor bu tabi. Meryem Ana da bir tapılan kadın. Çağların geçirdiği düşünsel değişimlere göre bir değişim söz konusu kadın formunun kullanımında. Rönesans’tan sonra farklılaşma başlıyor ve bu dönemden sonra da “anılan kadın” diyebileceğimiz bir kullanım var sanatta. Modern çağda ise, tüketim kültürünün içinde kadın imgesinin yeri çok sağlam. Ona da “satılan kadın” diyorum ben. Demek ki çok kabaca tarif edersek, “tapılan kadın”, “anılan kadın”ve “satılan kadın” şeklinde giden bir süreç bu.
Kadın sanatçıların dünya sanatında var olmaları ise elbette 19. yüzyılda başlıyor. Ama onun bizimle fazla ilişkisi yok.
ED: 19. yüzyılda bir kırılma noktası ararsak Manet’nin “Olympia”sını gösterebiliriz sanırım.
BM: Yani şöyle diyelim; ressamın ya da heykelcinin bakışı ülküsel dünyadan ayrılıp günlük yaşama indiği anda bir farklılaşma oluyor. O günlük yaşamın içinde kadın nerdeyse ressam ve heykeltıraş da onu orada yakalayıp orada göstermeye başlıyor.
ED: 19. yy da Arts and Crafts var, enteresan bir çıkış sanırım.
BM: Orada kadının sanatçı olarak tescil edilmesi bağlamında mı?
ED: Hem öyle, hem üretime dahil edilmesi anlamında.
BM: Arka planda kadın her zaman var olmuş. Yani çağlar boyunca gelen bütün o el sanatları içinde kadın var. Nerede var diye bakarsak; evin içinde yapılabilen işlerde var, ama o da herhalde dokumacılıktan öteye gitmiyor.
ED: Sanat tarihinde kadın, hep erkeğin aktardığı, erkeğin bakışıyla görülen kadın. Biz de ancak o şekilde, onların gözünden bakmak zorunda kalıyoruz. Burada bir “ötekileştirme” söz konusu değil mi?
BM: “Öteki” diye ayırma süreci de zaten çok yeni bir süreç. Kanımca o yeni sürecin içinde bile kadın hala öteki olarak görülüyor. Yani bütün tüketim dünyası içinde gösterilen kadın da öteki, çağdaş sanat içinde gösterilen kadın da öteki, hatta kadın sanatçılar kendilerini gösterirken bile öteki olarak gösteriyorlar. Sanırım bu henüz hiçbir toplumda çözülmemiş bir süreç. Bugün artık insan haklarının, demokrasinin son kertedeki durumuyla inceleyebildiğimiz kuzeybatı Avrupa ülkelerinde bile kadının ötekiliği konusunda birtakım veriler var. Örneğin bütün o ülkelerde kadının hala şiddete maruz kalması söz konusu. Almanya’da, Fransa’da kuzey Avrupa ülkelerinde... İstatistikler bunu söylüyor. İş dünyasında da, her ne kadar kadın korunuyor olsa bile, bu rekabetin sürdüğü söyleniyor.
ED: Geçenlerde okumuştum bir yerde, Birleşmiş Milletler’in yaptığı bir araştırmaya göre bugün dünyada üretimin onda dokuzunda kadınlar varmış ancak mülkiyet hakkına sahiplik oranı ise dörtte birmiş.
Peki sanat tarihinde kadın imgesi erkek bakışıyla aktarılırken aktarım araçlarının yani dil, üslup ve tekniğin belirleyiciliği nedir sizce?
BM: Erkeklerin betimlediği kadınlara baktığımız zaman biz o kadınların öyküsünü değil o erkeklerin öyküsünü görüyoruz, sonuçta. Hatta kendi dünyalarını kadın üstünden anlatan ressamlar ve heykelcilerle karşı karşıyayız. Ayrıca, 19. yüzyılın sonuna kadar değişmeyen bir şey var; prehistorik dönemlerden bugüne gelen çıplak figür meselesi. Kadının çıplak gösterilmesi. Artık sanat tarihinde o kadar yerleşmiş bir kanon, bir kural ki bu tamamen stereotip ve sapkınlık durumuna gelmiş, sanat tarihinde bir sapkınlık olarak görüyorum bunu.
ED: Sanatın bunu yapması bir ölçüde anlaşılabilir belki ama bugün reklam için de kadın vazgeçilmez bir figür, bunu kaldırmak zor.
BM: Bugün reklam için kadının böyle kullanılmasını ben sanat tarihiyle karşılaştırmak istemiyorum. Çünkü reklam imgelerinde kadının, erkeğin iç dünyasıyla ilgili bir durumu yok. Kadın, reklam dünyasında sadece kapitalizmin öngördüğü rekabet içinde ve arzu uyandırmak için kullanılıyor. Ressamların kadını göstermesinde en azından bir bilinçaltı, keşfedilmesi gereken bir alan var. Halbuki tüketim dünyası içinde böyle keşfedilecek dahi bir alan, durum yok.
ED: Doğrudan metalaştırma söz konusu.
BM: Tamamen metalaştırma. Ayrıca şuna da dikkati çekmek isterim, kadınların yanında bir de eşcinseller kullanılıyor. Ya da metroseksüel erkek yani erkeğin de bir şekilde tüketimle özdeşleşmiş biçimleri gündeme getiriliyor.
ED: Tekrar sanat tarihine dönersek... Bir yazınızda Picasso’nun resimlerindeki parçalanmış kadın imgesinin, Modernizm’in kadına kazandırdığı özgürleşmeye, bireysel duruşa karşı bir erkek hırçınlığıdır diyorsunuz. 20. yüzyıl için böyle bir genelleme yapılabilir mi?
BM: Evet genelleme yapılabilir, ama birtakım sanatçılar bunun dışında kalıyor elbette. Marcel Duchamp mesela. O erkek bakışının varlığını dünyaya gösteren bir sanatçı.
ED: Rose Selavy olarak mı?
BM: Evet o ve en son yaptığı “Etant Donnes” isimli (1966), kapı deliğinden baktığın zaman gördüğün, Courbet’nin “L’origine du Monde” (Dünyanın Kökeni, 1866) tablosuna gönderme yapan kadın figürlü çalışması, işte tamamen bunu gösteriyor.
ED: Ama Courbet’nin tablosu, aslında toplumun ahlak tabusunu yıkmaya yönelik bir çalışma değil mi?
BM: Evet, tabuları yıkmaya yönelik önemli bir resim; ama yine erkeğin bilinçaltını irdeliyor ve işaret ediyor. O resmin kavramsal sanat içinde tekrar kullanılma süreci de var. Art and Language, sanırım 70’li yıllarda, o resim üzerine bir iş üretti.
ED: 20. yüzyılda kadın imgesindeki değişimi sağlayan tarihsel ve toplumsal belli kırılma noktaları var mı?
BM: Elbette. 70’li yıllardaki feminist hareket çok önemli. Bu hareket, 20. yüzyılın başından beri, önce sol akımların içinde çok belirgin bir biçimde var oldu. İşçi sınıfından çıkan bir hareket. Özellikle Rus devriminden sonra bütün Sovyet dünyasında, tabi feminizm değil bunun adı ama, işçi sınıfında kadının erkek işçiyle eş değerde olmasının getirdiği bir denge kurulması söz konusu. Bu kapitalist dünyaya tabii ki bir şekilde yansıdı. Kapitalizm içinde de adına feminizm denen bu kadının erkekle aynı emek gücüne sahip olmasına dayalı hareketin, 70’li yıllarda İngiltere’de ortaya çıktığını görürüz. Dolayısıyla bu süreç ideolojilere bağlı ve sanatın da bundan etkilenmemesi diye bir durum söz konusu olamazdı. Feminizmin 70’li yıllarda yükselmesinin kuşkusuz başka nedenleri de var, cinsel devrim mesela.
ED: 68 hareketinin etkisi sanırım.
BM: Evet. Bilimsel alandaki cinsellik konusunda birikmiş olan bilgilerin hayatın içine geçmesiyle ilgili bir süreç olsa gerek bu. İkincisi tabi eşcinselliğin dünyada konuşulmaya başlanması, dolayısıyla bütün tabuların yıkılmaya başlamasıyla feminizm yükseliyor. Sanata da kuşkusuz bu ideolojileri izleyen kadın sanatçılar tarafından aktarılan bir sanat var. Ama yine de 80’li yıllara kadar çok sayıda isim sayamıyoruz. Avrupa’da Emmy Hennings, Hanna Höch, Kaethe Kollwitz, Sonia Delaunay, Natalia Gontcharova gibi erken modernizmin sıra dışı kadınları var. 60’larda Fluxus akımı içinde Yoko Ono, Carole Schneemann, 70’li yıllarda Guerilla Girls gibi performansçılar kadın sanatçılara bütün kapıları açtılar ve 80’ler ve 90’larda Marina Abramovic, Valie Export, Rebecca Horn, Rosemarie Trockel, Katharina Fritsch and Katharina Sieverding Avrupa’da, Laurie Anderson, Cindy Sherman, Barbara Kurger, Adrian Piper, Jenny Holzer ABD’de fırtınalar estirdi.
ED: Peki post-modern bir kırılmadan söz edilebilir mi bu süreçte?
BM: Kuşkusuz birbirini izleyen bir süreç. Özellikle görsel sanatlardaki üretim bu değişikliği yarattı ama bunun arkasında post-modern söylemlerin yaygınlaşması da var, yani post-moderne geçiş bunu hızlandırdı. Ancak, sadece görsel alanda değil her sanat dalındaki kadın sanatçıların sanat üretimi içinde sayılarının çoğalması ve bunların üretimlerinin dikkati çekecek dereceye gelmesi, dünyadaki kadına bakış açısının büyük ölçüde değişmesine neden oldu diyebiliriz. Artık süreç tersine döndü, yani erkeğin bakış açısının kırılması ve kadının bakış açısının da erkeğinkinin yanında yer almaya başlaması söz konusu. Bu tabi post-modern süreçte gerçekleşti ve İrigaray, Butler gibi feminist yazarların da önemli bir etkisi var bunda.
ED: Bugünkü tabloyu ortaya çıkarabilmek için biraz geçmişe baktığımızda; Cumhuriyetin aydınlanmasının da kadına bir özgürleşme sağladığını görüyoruz. Kadına tanınan yasal haklar, özgürleşmesi, hepsi önemli bir projenin parçaları. Ancak, bu yapılırken de aslında kadına verilen bir rol yok mu? Hale Asaf, Mihri Müşfik, Aliye Berger gibi kadın sanatçılar da aslında direnerek kendilerini kabul ettirmiş sanatçılar.
BM: Türkiye’nin modern devrimi içinde kadına bir rol verildi. Bence, o dönemdeki devrim modellerine bakmak lazım. Model neydi, Rus devrimiydi, biraz oradan kopya çekilerek kadına da, toplum içindeki geleneklerin izin verdiği ölçüde, birtakım roller verildi, kadın da bu rolü üstlendi tabi. Ama o dönem herkes kendine verilen rolü üstlendi. Bunun dışında kalanlara da zaten avantgard yani öncü diyoruz. Verilen rol her ne kadar haklar ve özgürlükler üzerine kuruluysa da, yine sınırlandığını fark edip bunu eleştiren, sorgulayan bunlara karşı çıkan kim var diye de sormak gerekiyor. Belki daha çok şair ve yazar var. Yani resim, buna karşı çıkmış olarak görünmüyor Türkiye Modernizmi içinde. Kadın ressamlar da pek karşı çıkmış olarak gözükmüyorlar.
Türkiye’de ulus devlet kavramı içindeki Modernizm’in ortaya çıkardığı sanat üretimi nedir önce bunu incelemek lazım; bu üretimin içindeki öncülük ya da karşı çıkış nerededir? Bir kere Türkiye’de Sürrealizm yok. Sürrealizm olmadığı için bilinçaltıyla ilgili süreçler resme yansımadı, dolayısıyla bu da bizi libidoya götürüyor. Öyle bir metafor ya da bunları betimleyecek bir güç ben göremedim açıkçası. Türkiye Modernizmi onun için tamamlanmamış bir Modernizm. O nedenle bize de o kadar heyecan vermiyor yapılanlar. Örneğin Picasso neden hala heyecan veriyor dersek; çünkü Picasso o dönemdeki cinsellik üstüne gidip onu irdelemiş. Onda tabuları delmek isteği de var. Ama tabi Picasso’nun arkasından Marcel Duchamp’ın görülmüyor olması da görsel düşünce açısından eksiklik yaratıyor.
ED: Biraz daha bugüne gelirsek... Türkiye’deki kadın sanatçılarla dünyadaki kadın sanatçıları kıyasladığımızda nasıl bir tablo çıkar ortaya?
BM: Bildiğimiz gibi burada da 80’li yıllardan başlayarak kadınlar sanat sahnesinde etkin bir rol üstlendiler ve rahat üretim yapabildiler. İşlerinde ise hem politik derinlik var, hem bireysel sorunların derinliği ortaya çıktı. Belki bunlar çok belirgin biçimde işlerde görülmedi ama o sanatçıların 80’li yıllardan bugüne kadar ürettiklerine uzun menzilli bakılırsa görülür ki gerçekten sağlam bir eleştirel bakış var kadınların işlerinde. Kendi sorunlarını ortaya koyarken çok bilinçli tavırlar var. Toplumun içinde yaşanan sıkıntıları da görürsünüz o işlerin içinde, erkek egemen topluma başkaldırı çok belirgin olarak görülmez ama işlerin geneli değerlendirildiğinde o da fark edilebilir. Bence Türkiye çağdaş sanat ortamının dünyada dikkati çekmesinin nedenlerinden biri de kadın sanatçıların olması ve güçlü işler üretmeleridir. Ayrıca uluslararası sanat ortamının Türkiye’ye bakışında kuşkusuz kadın sanatçının ne yaptığını görme arzusu da var; çünkü burada kadın İslam şemsiyesi altında görülüyor. Evet çok modern bir ülke Türkiye, liberal kapitalizmin her türlü koşullarını yerine getirmiş ve bir taraftan da İslam ülkesi. Uluslararası sanat ortamı Türkiye’deki kadın sanatçıların İslam şemsiyesi altında ne yaptığını, nasıl temsil ettiğini merak etti ve buna baktı. O nedenle de kadın sanatçılar çok kez davet edildi yurtdışındaki sergilere. Demek ki kadın sanatçılar önemli bir işlev taşıdılar son 30 yıl içinde. Bunun Türkiye toplumunu nasıl etkilediğini sormak gerekiyor belki. Bence burada bir bilinç yok, yani Türkiye izleyicisi hiçbir yapıta, bunları bir kadın sanatçı üretmiştir şeklinde ayırarak bakmıyor gibi geliyor bana. Böyle bir arzusu yok çünkü. Belki de edilgenlikten; yani Türkiye’deki izleyicinin görsel sanatlara tam olarak katılmaması nedeniyle böyle bir durum söz konusu olabilir.
Dünyadaki ve Türkiye’deki kadın sanatçıları karşılaştıramıyorum ben çünkü buna gerek yok O kadar güncel üretim yaptı ki kadın sanatçılar 80’li yıllardan bu yana. Yani Avrupa sanatında ne oluyorsa zaten burada da oldu. Bir koşutluk yakalama durumundan bile söz edilemez çünkü yakalanacak bir durum yok. Şimdi her şey herkes tarafından yapılıyor. Gerçi dışarıdaki kadın sanatçıların belki daha fazla ekonomik destekleri var. Bu nedenle daha büyük ve etkileyici işler yapabiliyorlar ama içerik veya ideoloji duruş açısından büyük bir fark yok. Burada benim izlediğim çok sayıda kadın sanatçı, bireysel sorunlardan toplumsal sorunlara çok geniş bir yelpazede, farklı bakış açılarıyla ve belli siyasal derinliği olan işler yapıyorlar.
ED: Türkiye’deki kadın sanatçıların desteklenmemelerinin nedeni de aslında kadın olmaları değil sanırım, genel olarak böyle bir eksiklik söz konusu değil mi?.
BM: Değil tabi, bizim sanat sistemimiz sanatçıyı desteklemiyor, etkinliği destekliyor. Yani erkek sanatçılar da aynı durumda. Bugün bütün sanatçılar başka işlerde çalışıp sanat yapmak zorunda genel olarak. Tabi bunun istisnaları vardır ama büyük ölçüde desteksiz bir sanatçı topluluğuyla karşı karşıyayız.
ED: Sfenks Seni Yiyip Yutacak sergisini düzenlediniz iki yıl önce. Neden hala böyle, kadını esas alan ve kadın sorunlarına eğilen sergiler başkalarınca da yapılmıyor? Türk sanat ortamı kadını bir problematik olarak ele almıyor mu?
BM: Bu sergi bir gereklilikten çıktı. O sırada ilk kez genç kadınların intiharları ve töre cinayetleri gündeme gelmişti. Ben de oradan yola çıkarak şunu düşünmüştüm: diğer bölgelerdeki kadınlar öldürülürken, intihara itilirken, inanılmaz boyutta şiddete maruz kalırken İstanbul’daki kadın sanatçıların buna bir tepki göstermeleri gerekliliğinden yola çıktım. Sonradan gördüm ki gerçekten bu tepkiyi göstermek isteyen sanatçılar vardı. Nitekim o sergi için, iki ay boyunca bütün gazetelerdeki kadın cinayetleri, kadın ölümleri, kadın intiharları, kadınlara tecavüz, kadınlara şiddet haberlerini toplayıp oldukça kalın bir kitap da yapmıştık. Serginin konsepti de bu işin bilinçaltı nedir, tüm bunlar neden oluyorsa gidiyordu. Orada erkeğe odaklandık, erkeğin iğdiş olma korkusu, tabi her açıdan yaşanan bir korku bu, sadece biyolojik biçimde değil, Türkiye’de çok yoğun beliren birey olarak iğdiş olma korkusu yani. Bu da erkek egemen toplum sapkınlığına dair bir şey. Üstelik hiçbir şey değişmiş değil. İki sene önce yaptık sergiyi, bugünkü duruma bakın. Daha bir hafta önce gazeteler Türkiye’de kadına uygulanan şiddetin yüzde kırk düzeylerinde olduğunu yazdı.
ED: Bu duruma rağmen neden hala böyle sergiler yapılmıyor?
BM: Bu sanatın kendi sorunuyla ilgili bir şey. Çünkü, her şey kapitalizmin uyumluluğu üstüne yapılandırılıyor. Bütün olgular kapitalizme uyumlu olarak gerçekleşmeli. Bugün sanat üretiminin de kapitalizme uyumlu olması gerekiyor. Bu noktada da tabi sorunlar başlıyor. Sanatın, kapitalizmin koruduğu erkek egemen, babaerkil sistemler ile, kapitalizmin talep ettiği bütün bu sapkın yapılanmalar ile hesaplaşması gerekiyor. Bunu gerçekleştirebildiğin zaman zaten gerçek anlamda sanat yapabiliyorsun. Kapitalizmle hesaplaşmaya başladığın noktada sanat olmaya başlıyor. Fakat bunun bilincine varamıyor bazı sanatçılar.
ED: O bahsettiğiniz toplumsal olgular feodal unsurlar değil mi aslında?
BM: Tabi, özellikle bizim gibi geleneksel toplumlarda böyle. Aydınlanma sürecini yaşamış toplumlarda bir ölçüde yeniliyor fakat orada da pazar mekanizmaları gündeme geliyor. Bir bakıyorsunuz yüksek tasarım yaratıcılıkları ortaya çıkıyor, sanat minimalleşiyor. Mekan düzenlemelerine dönüşüyor.
ED: Bir ehlileştirme durumu bu.
BM: Ehlileştirme evet, yani tasarımın saptadığı güzellik ölçüleri içinde üretilmeye başlanıyor her şey. Bunlar da geometrik biçimler yahut minimal mekan düzenlemeleri, minimal resim vb. oluyor.
ED: Dün Arco Madrid’den geldiniz. Orada “Kritik İmgeler” başlıklı, kadın ve din eksenli bir konuşma yaptınız.
BM: Başlıkta vurgulanan eleştiri elbette karşıt bir eleştiriydi. Yani sanat pazarının arzu ettiği eleştirinin dışında olan bir eleştiri bu. Çünkü uluslararası bir fuar Arco Madrid ve sanat pazarının en yüksek noktası. O pazarın içinde ve o pazarın talep ettiği sanatın eleştirel bakışını gündeme getirmek amaçlıydı etkinlik. Orada, güncel bir konu olan imgeye, Hz. Muhammed’in karikatürlerine takılıp kalındı. Geçenlerde Evrim Altuğ iki tane Hz. Muhammed imgesi yakaladı, biri tanesi Hamit Görele’nin 1952’de yaptığı bir resim. Resmin kendisi ortada yok fakat basıldığı dergi ortada. İkincisini yine Evrim Altuğ aktardı, son İstanbul Bienali’ndeki Nedko Solakov’un işinde, duvarda, “Burada Muhammed portresi asılıydı, çok yakışıklı adammış” yazısı. Ben bu ikisini gösterdim orada Evrim’i elbette belirterek ve şunu söyledim; bakın Türkiye’de sadece bir tane portre bulduk. Hz. Muhammed burada temsil edilmiyor ve dış dünyanın da buna saygı göstermesi gerek. Ve temsil edilen portre de esasen İsa’ya benziyor. Demek ki burada çapraz bir durum var, Hz.Muhammed imgesi İsa imgesi üzerinden dönüyor tuhaf biçimde. Yani yine Rönesans resminden geri dönüyor çünkü temsiliyet yok bizde.
Oradan imge kullanımının boyutlarına geçtim; yani Avrupa’nın çok işlek bir caddesinde, Courbet’nin “L’origine du Monde” resmindeki gibi iki bacağı açılmış, AB bayrağından don giyen bir kadın orada gösterilemedi, bilboardlardan kaldırıldı. O toplum bunu görmek istemiyor açıkçası. Ama ne oluyor, bizim, AB bayrağından çarşafa sarılı kadınımız her tarafta açıkça gösteriliyor. Burada da bir çifte standart söz konusu çünkü aynı derecede saldırgan imgeler bunlar. Demek ki toplumlar saldırgan imgelere karşı hassaslar. Buradan şu çıkıyor, bize çok fazla görmek istemediğimiz imge sunuluyor. Yani insanın bilinçaltı bile doluyor bu imgelerle ve bir yerde protesto, red çıkıyor bunlara karşı.
Bir de tabi, çarşaflı kadın imgesinin kullanılmasına karşı orada arsız bir durum var, yani artık arsızlaştı bu iş. Ha bire çarşaflı kadını getirip neyi eleştiriyorsun? Bu ülkelerde bu kadınların kaderi böyle. Afganistan’da, İran’da, Irak’ta çarşaflı kadın imgesini gidip gösteremiyorsun ama Avrupa’da bütün sergilerde gösteriyorsun.
ED: Yeni Oryantalizm olarak adlandırılabilir mi?
BM: Evet, aynen öyle.
ED: Bahsettiğiniz bu meselelerde aslında kadın da etkisiz unsur haline geliyor, kullanılıyor. Bu da korkunç bir şey. Peki, son olarak şunu sormak istiyorum. Tüm bunları ortaya koyduktan sonra, neler yapılabilir, yapılmalı?
BM: Bizim hala çok acil konularımız var. Sanat üretiminin de bu aciliyet içindeki yeri çok belirgin. Ancak bu noktada sanatın nasıl bir işlev taşıyacağı konusunda sanat ortamı da bir araya gelip tartışmıyor, bu bir. İkincisi bu aciliyetlere çözüm olarak sivil örgütler var. Sivil örgütlerle bu acil varlıksal konularımızı çözebiliriz diye bir inancımız var. Ancak kadınların acil sorunlarıyla uğraşan sivil örgütler, bir tarafta, kadınların sorunlarını görsel olarak dile getirmek isteyen sanatçılar bir tarafta. Bunlar bir araya gelemiyor. Çünkü sivil örgütler görsel sanatı etkin, epistemolojik değişim yaratacak araç olarak görmüyorlar. Ve bu konuda bilgilenmiyorlar. Sivil örgütlerin başındaki yöneticilerin bence görsel sanat konusunda bilgilenmeleri gerekiyor.
ED: Bu sivil örgütler birtakım siyasal sınırlara da sıkışmış durumda sanırım.
BM: Siyasal ve bazı militan kalıplara sıkışmış durumdalar ancak bazı şeyler artık geçerli değil. Bugün artık insanları bu imgelerin doğru kullanımı etkiliyor. Eleştirel imgeler dediğimiz şeyleri doğru koyduğumuz zaman doğru sonuçlar alabiliriz. Bütün bu sivil örgütlerin çağdaş sanat yapanlarla diyalog kurması lazım. Çağdaş sanat üretenler bize gelsin diye de beklemesinler çünkü bizler çok kez gittik fakat kapılar da çok kez kapandı. Artık onların bize gelip talep etmesi gerekiyor. Ben çözümü burada görüyorum.
rh+sanart dergisi sayı 27 Mart 2006