İş Sanat Kibele Galerisi 1 Nisan-16 Mayıs tarihlerinde Sadi Diren retrospektifine ev sahipliği yapıyor
Sadi Diren seramik sanatına ömrünü vermiş bir usta. Avrupa Parlamento Binası’ndan İstanbul Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne kadar birçok binada duvar kaplamaları ve panoları bulunan sanatçı, “Peki seramik size ne verdi?” sorusuna “Öğrencilerim” diye karşılık verecek kadar da mütevazı. Sıfırdan başlayıp inandığı sanatı için mücadeleye alışmış 82 yaşındaki sanatçıyla atölyesinde görüştük.
Seramik sanatına yönelmeniz nasıl oldu?
Saint Michael Lisesi’nden 1946 yılında mezun olduğumda bütün ailemin emeli Dışişleri’nde çalışmamdı. Bense okuldaki arkadaşım Büker’in fikrimi çelmesiyle kuyumcu olmak istedim fakat olamadı. Derken, dişçi olmam istendi, o da olmadı. Bütün bunlar olurken üniversitelerin fakültelerine kayıtlar bitti. Son çare koşturup Ankara’ya gittim, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Bir yıl orada okudum. İkinci yıl İstanbul Üniversitesi’ne zor bela naklimi yaptırdım ve bir yıl da burada okudum. Ama aklım hep Akademi’deydi, tam Roma Hukuku imtihanına girmek üzereyken girmeyip soluğu Akademi’de aldım.
Neden aklınız Akademi’de kalmıştı?
Çünkü babam, asker kökenli fakat çok güzel resim yapan bir adamdı. Ailede sanata karşı ilgi vardı her zaman. Akademi’ye müracaat ettim; bana, “Sen asker kaçağı mısın, niye Hukuk’ta okurken Akademi’ye geliyorsun?” dediler. Onun üzerine doğru askerlik şubesine gittim. Orada da Albay, “Oğlum sevkiyat bitti, sen niye ısrar ediyorsun?” dedi. En sonunda beni kaçak askerlerle birlikte gönderdiler de Gelibolu’da askerliğimi yaptım. Sonra Ankara’ya yedek subay okuluna gittim. Kıtadayken, Akademi’de giriş imtihanlarının açıldığını duydum ve babama mektup yazdım. Genel Kurmay Başkanı onun sınıf arkadaşıydı, benim için izin almasını rica ettim. Babam da bana, “Vatanın evladı ne yapıyorsa sen de onu yapacaksın” diye cevap yazdı. Fakat tesadüf, bütçe açığı vardı da bizi iki ay evvel terhis ettiler. Döndüğümden iki-üç gün sonra hemen imtihana girdim ve kumaş desenleri atölyesine kaydımı yaptırdım. Fakat sonra bunun çok feminen bir iş olduğunu gördüm ve iç mimariye gittim. Bu sefer de geç kaldığım için hocalar sen nereden çıktın dediler. Seramiğe geçmem tamamen tesadüf oldu, boş olduğu için gittim.
Bu yıllardan bahseder misiniz? Yaşadığınız zorluklar nelerdi?
Seramik’te iki hoca var, öğrenci olmadığı için hocalar pek gelmiyor. Torna var, kimse bilmiyor. Fırın var çalışmıyor. Bu yokluklar içinde, önce fırını çalıştırdık. Göksu’daki çömlekçi atölyelerine gittim, orada torna yapmayı öğrendim. Derken seramik atölyesi yavaş yavaş faal bir hale geldi.
Göksu’da rahat çalışayım diye bir oda istedim. Çatı arasını gösterdiler. Eskiden orada Rum ustalar çalışıyormuş ve fırın atölyenin içindeymiş. Fırın buharı ve islerle bütün çatı is tutmuş. Tavana kontrplak çakmaya çalışırken her çekiç darbesinde bütün isler üstüme dökülüyor. Annem de titiz bir kadındı, eve gidiyorum simsiyahım. “Oğlum ne yapıyorsun, hukuku bıraktın gittin oraya, aklını mı kaçırdın” diyor, çok münakaşalar ettik. Pek de haksız sayılmazdı. Bütün arkadaşlarım Hukuk’ta üçüncü sınıfa geçerken ben Göksu’da bunlarla uğraşıyordum.
Orada çalışıyorum ama para veriyorum karşılığında. Maddi sıkıntılarla boğuşuyorum. Sonra bir gün aynalı, şık bir vitrin yaptırdım. Getirip Akademi’nin kantinine koyduk. Göksu’da ürettiklerimi vitrinde sergileyip satmaya başladım. O zaman Akademi’nin Müdürü de Zeki Faik İzer. Sert bir adam. Beni çağırıp, “Nasıl böyle bir şey yapıyorsunuz? Akademi’de satış yasak.” dedi. Ben de “Peki siz öğrenciye ne gibi bir imkân sağlıyorsunuz? Bir iş veriyor musunuz?” diye çıkıştım. Sonra müsaade etti.
İlk serginiz, daha sonra Almanya’ya gidişiniz… Bunlar nasıl gerçekleşti?
İlk sergimi Maya Sanat Galerisi’nde, daha öğrenciyken açtım. Sergi bayağı ilgi topladı. Ondan sonra 1954’te Moderno’da açtım. Bu sergi sırasında Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Kongresi yapılıyordu Türkiye’de. Bazı eleştirmenleri sergiye davet ettim. Gelenlerden Alman Hans Wingler, Anadolu medeniyetlerine ait motifleri kullanmamdan çok etkilenmiş, resmi bir yazıyla beni Almanya’da hoca olmaya davet etti. Biz de eşimle flört halindeyiz. Hemen evlenerek altı gün sonra Almanya’ya uçtuk. Böyle başladı Almanya macerası.
Offenbach Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na gittik. Bir sürü kalınca gördük ki Herr Gova’nın hocalıktan filan haberi yok. Beni davet eden Wingler becerememiş, verdiği sözü tutamadı. Eşim Almanca biliyor ama ben bilmiyorum, para yok, tanıdık yok, ortada öylece kaldık. Offenbach Belediye Başkanı’na tabaklar yaptım, hediye olarak götürdük. Bize 200 mark burs çıkardı. O zaman bu bizim için muazzam bir para. Ama sonra o para da bitti. Almanlar bizim halimizi görüyorlar tabii, sürekli çalışıyoruz. Karlı havalarda şehir dışına yürüyüp mağazalara tablalar, vazoları satıyorum. Derken Koblenz yakınlarındaki Höhr-Grenzhausen’da bir seramik fabrikasında yeni iş ayarlandı. Bu şekilde oraya gittik. Fakat kalacağımız yer atölyenin üst katında, aşağıda fırınlar yanıyor, tavanı olmayan, yine bir çatı katı! Kar içeri yağıyor. Bir yatak var somyası yok. Bir dolap var kapağı yok. Biz orada, tam romanlık bir 23 ay geçirdik!
Orası seramik kasabası olduğu için, Frankfurt’ta, Köln’de fuarlar oluyordu, bizim atölye de bunlara iştirak ediyordu. Tabii yeni formlar, yeni dekorlar dikkat çekiyor. Dolayısıyla benim ismim hemen duyuldu bir Türk gelmiş, çalışıyor diye.
Seramik endüstrisi içinde fabrikalarla çalışırken kendinize yaratıcı bir alan bulabildiniz mi?
Tabii, patron çok hoşgörülü bir adamdı. Fabrikada, evimde gibi çalışıyordum. Almanya’da birçok sergi açtım. Fakat dokuzuncu senenin sonuna doğru Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Hatta döneceğimi söylediğim zaman fabrikanın sahibi, “Nasıl fabrikada demirbaşlarım varsa sen de benim için öylesin. Bir daha duymayayım!” dedi. Fakat ben kararlıydım.
Sonra yine seramik fabrikasında çalışırken 1994’e kadar Akademi’de hocalık yaptım. 34 senem Akademi’de geçti. Çok güzel bir şey bu.
Seramik, Anadolu’nun binlerce yıllık tarihine mal olmuş bir üretim biçimi. Siz bu büyük kültürden nasıl beslendiniz? Sanatınızı nasıl oluşturdunuz?
Arkeolog Ufuk Esin arkadaşımızdı. Onun kitapları, neşriyatı, konuşmalarımız hep arkeoloji üzerineydi. Bu beni çok cezp etti. 1949’da Akademi’ye girdiğim zaman motiflere, figürlere aşinaydım.
Anadolu’dan ne kadar medeniyet gelmiş geçmiş, ne kadar köklü. Tema olarak o medeniyetlerdeki figürleri kendi tarzımda yorumladım; kopya ederek değil, bozarak değil.
Seramik sanatını diğer sanat biçimlerinden farklı kılan nedir sizce?
Seramik hacim olarak heykel, yüzey olarak resim ve tekniği olan bir bilim. Sır tekniğinden tut, fırınlamasına kadar tekniği olan... Teknik olmadan seramik olmaz. Heykel ve resmin birleştiği, tekniğin çok kuvvetli olmasının gerektiği bir uğraş. Sanatla zanaatın birleştiği bir kol. Birçok seramik sanatçısıyım diye geçinen insanlar, “Renk tutmadı, bozuldu, ben bunu böyle hissettim” deyip yutturmaya çalışırlar. Öyle şey olmaz.
Figür yorumunuzdaki özgünlüğün kaynağı nedir?
Her resimde, heykelde bir motif vardır. Elbette bir şeyi kopya etmek şeklinde değil. Bu, memleketimizin havasıyla, suyuyla, imkânlarıyla olan bir şey. Bir Japon veya Çin seramiğini hemen tanırsınız, terminolojisi vardır. Türkiye, İznik seramiği, Kütahya seramiği 16. yüzyılda en yüksek mertebesine çıkmış bir ülke. Çiniyle, bütün camilerde seramik var. Öyle bir bütün oluşmuş ki mimariyle seramiği ayırmanın imkânı yok. Seramiğimiz çok zengin.
Temalarım dönemlerin politik olaylarını içerir. Anadolu medeniyetlerinin fikri ve motifi var seramiklerimde ama o motif artık güncel olaylarla karışmış, bir süzgeçten geçmiş. Çoğu sanatçılar bir şeyi tutturup onu tekrar ediyorlar. Tekrar ederken bozuyorlar da. Motif de öyledir.
İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılan serginizden biraz bahseder misiniz?
1957’den bugüne her dönem çalışmalarım sergide var. Her devrede tema olarak veya çeşit olarak seramiğe bir yenilik getiriyorum. Mesela “terracotta” dediğimiz 900 derecede pişmiş seramikler, 1040 derecede pişmiş seramikler var. 1300 derecede pişmiş porselenler var. Bronz heykeller var. Özgün baskılar var.