Evrensel Kültür'de yayınlanmıştır..
Bu topraklarda sıçrayan bu topraklara düşer diye bir laf vardır. Etimolojik bir açıklamaya gerek bırakmayan bu söz, ülkemizde pek az sanatçı için sarf edilebilir kuşkusuz. Sözün yalınlığı kadar yalın ve açık, sıçramak fiilinin çağrıştırdığı kadar büyük fikirli ve bu topraklara düşecek kadar buralı sanatçılardan bahsediyoruz. Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılardan...
Eyüboğlu’nun, bugünlerde İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde, uzun süredir küçük galerilerde parça parça sergilenen çalışmalarını bir araya getiren bir sergi düzenleniyor. 24 Mayıs’a dek devam edecek olan “Yaşasın Renk! Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975)” başlıklı retrospektif niteliğindeki sergide, bu usta ismin ilk çalışmalarından son resmine kadar tüm dönemlerinden örnekler yer alıyor.
Retrospektif sergiyi retrospektif okumak
Dünyanın çalkalanıp durduğu bir dönemde, 1911 yılında Trabzon’da doğan Bedri Rahmi, kaymakam olan babası Rahmi Bey’in görevi nedeniyle Anadolu’nun birçok şehrini dolaşır. 1927 yılında Zeki Kocamemi’nin öğrencisi olması ile bundan sonra her şey resim sayesinde ve resim ile olacaktır. 1929 yılında Akademi’ye giriş, dönemin en usta isimlerinden Nazmi Güran ve İbrahim Çallı atölyelerinde öğrencilik ve ardından Paris yılları. Çağdaşlarıyla pek de farklı olmayan hikâyesi, Türk resim sanatı tarihinin Akademi çizgisinde bir noktasına atar Bedri Rahmi’yi.
Henüz öğrencidir ve Paris’te Van Gogh, Cezanne, Gaugin vd. sanatçıların orijinallerini görmesi onu çağına özgü arayışlara sürükler. Sergide de yer alan bu dönem çalışmalarından örneğin Cezanne tarzını yansıtan bir manzara, Matisse esintili bir nü, ustaları tanımadan aynı kulvarda koşmanın imkânsızlığı ile olmazsa olmaz sayılan bir çabanın ürünüdür. Bedri Rahmi, sergi kronolojik olarak izlenirse de görülebileceği gibi kısa sürede bu arayışlarını başka bir düzeye taşımıştır. Bir yazısında tablonun “çok karmaşık resim meselelerinin bir arada çözümlenmesi” anlamı taşıdığını söyler. “Her resim bir tasarımla başlar” ona göre.
Bedri Rahmi’nin D Grubu ile birlikteliği, grubun beşinci sergisine katılmasıyla olur. 1935 yılında Turgut Zaim ile gruba dâhil olan sanatçının Anadolu’ya ait nakış işleri gibi yerel motiflere kübist denebilecek yaklaşımıyla oluşturduğu resimleri, gruba yeni bir soluk kazandırır. “Kübik köylüler” de çizer örneğin Bedri Rahmi. Kulağa her ne kadar olmaz gibi gelse de, bu iki ucu resimlerinde birleştirebilir.
Savaş yılları henüz atlatılmışken yeni bir ulusu inşa süreci başlamıştır. Halk da devlet de fakirdir. Sanatçının 1943 tarihinde resmettiği bir Ankara görünümü, künyesinde şehrin ismi yazmasa köy manzarası sayılabilir örneğin. Arkada dumanı tüten fabrikalar, her yanı saran elektrik telleri ve önde tozu dumana katmış giden tren ile onu seyreden köylüleri gösteren “İlk Geçen Treni Seyreden Köylüler” (1935) ise kuşkusuz var olan değil öykünülen bir durumun kompozisyonudur.
1937 – 1944 yılları arasında devlet tarafından, sanatçıların ülkenin farklı şehirlerine gitmeleri ve buralarda gördüklerini resmetmelerini amaçlayan “Yurt Gezileri”ne Bedri Rahmi de katılır. 1938 tarihli “Edirne” ya da 1942 tarihli “Çorum” resimleri bu dönem çalışmalarının ürünleridir. Bunun yanı sıra zengin Anadolu motiflerini resimde hakkıyla kullanan sanatçı, böylesi bir eğilimin öncüsü olur. Burada bir parantez açarak, devrimin dinamiklerini halka yansıtmak için girişilen geziler örneğinde olduğu gibi, zamanla devletin sanatı ve sanatçıyı teşvikinin himayeci bir anlayışa indirgendiğini belirtmek gerek. Müdahaleci ve pragmatist tavır, sanata amaçlananın tersine etki eder.
Politika ile sanat arasındaki ilişkinin doğrudanlığı ya da dolaylılığı illa ki uzun tartışmalara meydan verir. Ancak sanatçının salt konu tercihi bile politik bir tavır olabilir rahatlıkla. 1947 yılında ABD’de ölen Türk büyükelçisinin cenazesini getiren Misuri isimli dünyanın ikinci en büyük zırhlı gemisinin gövde gösterisini resmettiği aynı adlı bir dizi tablosunda, bu şaşaayı birbirine giren çamursu renklerle vermesi kuşkusuz sanatçı duyarlılığının bir örneğidir.
Eşi Eren Eyüboğlu ile bu dönemde mimari ile bütünleşen çalışmalara da imza atmıştır. 1943 yılında ilkini gerçekleştirdiği duvar resmine mozaiği andıran pano çalışmalarıyla da devam eder. Sanatçı, yüzeye mozaik taşları döşer gibi uyguladığı fırça darbeleriyle bu anlatım biçimini, resmin uzaktan daha iyi algılanabilir oluşu nedeniyle tercih eder. Sergide, bu biçimi devam ettirdiği, renklerin adeta uçuştuğu tabloları ile, eskiz demek yanlış olur ancak pano uygulamaları için çalıştığı resimlerini görmek mümkün.
“Güzel yararlı olmalıdır” düşüncesini 1950 yılından sonra benimseyerek hem yazmacılık geleneği hem de Bizans mozaiklerine yoğunlaşır. Önceki çalışmalarında da görülen noktacı arayış, mozaik ilgisi ile somutlanır.
Ressam, şair, yazar, hoca Bedri Rahmi
Çağının aydını Bedri Rahmi, ressam kimliğiyle olduğu kadar Akademi’deki hocalığıyla da, kıvrak kalemi sayesinde yazarlığı ve şairliğiyle de sanatçı duruşunun hakkını verir. Anadolu temalarını yoğunlukla kullandığı 60’lı yıllarda şiirlerinde de aynı yönelim görülür. “Seni Düşünürken” (1962) resminde, “Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde” der. Yazı resimlerine de girmiştir. “Torun”(1971) isimli çalışmasında da şöyle der: “Bu Anadolu var ya bu Anadolu / Bu sapsarı sıtma bu masmavi gurur / Ne tosunlar doğurdu ne tosunlar / Daha neler doğurur”.
Eşcinsellik temasının ya reddedildiği ya da geleneksele karşı bir direniş unsuru gibi göklere çıkarıldığı günümüzde, birtakım sanatçılar resimlerinde “kendilerini becermeyi” marifet saysınlar, Bedri Rahmi bundan otuz yılı aşan bir zaman önce “Bahçeler Dolusu” isimli resminde iki kadını dudak dudağa, göğüs göğüse verir ve altına da şunları yazar: “Sevabı nakış gibi işlediler / Günahı ayva gibi dişlediler / Ve hazzı sıcak bir somun gibi / İkiye yardılar ortasından / Bölüştüler”.
Bir yazısında “İşte mağara devrinden günümüzün resmine kadar müzelerde, galerilerde, kitaplarda arayıp taradığımız dört cevher. İşte sanatımızı taşıyan dört direk: renk, leke, çizgi, benek” der demesine ancak bu temel düşünce onu resim yüzeyine farklı malzemeler taşımaktan alıkoymaz. 1964 tarihli “Ey Şeytan”, tuval üzerine akrilik ve kum uyguladığı ilginç bir çalışmadır örneğin. İlginçtir, çünkü Paul Klee’nin “Angelus Novus”una benzer Bedri Rahmi’nin şeytanı. Benjamin’in tarih meleğine gönderme yapar belki de.
1965’te gerçekleştirdiği “Beyaz Güvercin”de ise yine akrilik ve taş parçaları vardır. “Kilimli Soyut”, kilimli yani figürlü soyut nasıl olur sorusuna cevaben mizahi bir çalışmadır. Bedri Rahmi bu kez tuvale kilim, bez, taş, tel ve bir de küçük kap yapıştırır. Bizim bugün alıştığımız türden olan bu uygulamalar, Türk resmi açısından oldukça yenidir.
Soğuk yıllar – Sıcak sanat
Sanatçının bazı resimleri, dünyanın gerilimden kurtulamadığı soğuk savaş yıllarında gülümsetme gibi naif çabayla incelikli bir espri anlayışının ürünüdür. İngiliz anahtarına gönderme yaptığı “Türk Anahtarı”, bir gözü sağa bir gözü sola bakan “Pembe Takkeli Hacı” ya da sol elini bir kubbeli yapıya dayamış çıplak ve hayli şişman “Yahya Kemal” resmi, sergiyi izlerken birden karşınıza çıkıp kahkaha atmanıza neden olabilir.
1970’li yıllarda dönemin hükümetince “milli” sanat kurmanın devlet politikası olarak benimsenmesi söz konusudur. Bu dışarıdan ve dayatmacı görüş, 40’lı yıllarda yapılmaya çalışılandan daha geri bir mevzide değerlendirilebilir; çünkü “milli”likten anlaşılan salt folklorik öğelerdir. Bedri Rahmi ise çoktandır benimsediği özgün üslubuna halel getirmez; onun ustalık payesinin kaynaklandığı nokta, bu anlayışı içselleştirmesindedir zaten.
Sanatçının portreleri ve otoportreleri kuşkusuz apayrı bir yazı konusu olabilecek niteliktedir. Sergide yer alan erken dönem resimlerden Abidin Dino portresi, Dino’nun tarzı ile gerçekleştirilmiş bir portre olması bakımından ilginçtir. Eyüboğlu bu resim ile sanki bir biçimde Dino’nun sanatçı kişiliğine de gönderme yapar. Sergide sanatçının hiçbir dönemine, yaşadığı hiçbir coğrafyaya ya da benzer başka bir kategoriye ayrılmaksızın, dağınık nizamda sunulan tüm resimler gibi portre ve otoportreleri de bir arada görmek, belirli bir çatı altında değerlendirmek pek mümkün değil.
Yaşasın renk!
“Resim sanatını bir cümleyle tarif etmek zorunda kalsam, renklerle düşünebilmek ve düşündürebilmek sanatıdır derim.” Sanatçının bu sözleri, serginin de teması olarak belirlenen renk hakkındaki fikirlerini ele verir. Renk sevgisi, doğa sevgisiyle depreşir. Sanatçının atölyeye kapanmasından, doğaya sırt çevirmesinden rahatsızdır. “Neden tabiatta benzeri olmayan renklerle cebelleşiyoruz!” der bir yazısında. Başka bir yazısında ise bizim ressamlarımızın doğayı keşfe başlamasıyla Batı’nın bundan vazgeçmesinin çakışması durumunun resim tarihimizde hatırı sayılır bir boşluk yaratacağını söyler.
Doğaya ait bir parçanın resmini yaparken sadece gördüğünü çizmez; kokuyu alır, tadına bakar, dokunur, hisseder. Böylece resme bakana da kokuyu, tadı, dokunuşu velhasıl o hissi verir. Sergide görülebilen “Hayat Ağacı” resmi gerçekten yaşayan bir ağaçtır; “gövdelerin ve iri dalların yan yana gelmesiyle heybetli nakışlar doğmuş” diye tanımladığı bir ulu çınarı hatırlatır. Bir şair veya kompozitörden farklı olarak yüzde yüz kendi renkleriyle düşünmek zorunda olduğunu söyler ressamların ve her daim kendi renkleriyle düşünmeye çalışır. Nakışa yönelmesinin ipucunu renk meselesini ele aldığı bir yazısında söyler yine; “Ne tuhaftır ki rengin tek başına insanları büyüleyen bir cevher olabileceğini resim sanatında değil, kardeş sanatlarda, mesela nakışta buluyoruz.”
Resimler sıkışık düzende sunulsa, hiçbir bilgi, açıklayıcı metin vs. olmasa hatta bazı resimlerin künyelerinde tarihleri dahi yazmasa da sergi görülmeye değer. Küçük bir broşür sergiye eşlik etmek üzere hazırlanmış ancak bu da sunumun yetersizliğini gidermeye yetmiyor. Sergi devam ederken basımı tamamlanmamış ve hacimli olduğunu öğrendiğimiz kitap ise tüm serginin bir kitap çalışması amacıyla yapıldığı izlenimi doğurabiliyor. Resimlere kapılıp doğru bir güzergâh izleyebilmişseniz galeride, sanatçının 1975 tarihli son resmi “Mor Han” ile sergiye veda edebiliyorsunuz. Biz de burada böyle yapalım...