Bu yazı Gençsanat dergisinin Kasım 2008 sayısında yayımlanmıştır..
Türk sanatı ile gazete, dergi, radyo, televizyon ve internetin genel adı medya arasındaki ilişki, ilk etapta tek taraflı olarak, yani medyada sanatın yer bulması bakımından eskilere giderken sanatın medyayı keşfi ise çok daha yeni.
Türk sanatında 1960 ve 70’lerdeki yalıtılmışlığın 1980’li yıllarda sona ermesi, bu dönemden sonra medya sektörünün de büyümeye başlaması ile doğru orantılı. Ancak zamanla sanat ve medya ilişkisi, sermayenin egemenliğini medya araçlarıyla sürdürmeye başlaması sonucu pek sağlıklı bir görünüm vermez.
“Gerçek” ile “imaj” yer değiştirirken Türk medyası sanata ne kadar ve nasıl yer veriyor? Bu soruların yanıtları, medyanın genel karakteri hakkında bazı ipuçları da taşır. Örneğin bugün Türk medyasının genelinde dedikodu haberlerine “magazin” denmesi, eğlence piyasası üreticilerinin de “sanatçı” olarak adlandırılması, mevcut popülist eğilimi işaret eder. Sanat, kültür ve hatta mimarlık, güncel medya için hala marjinal konular.
(...)
Gazeteler
Bugün tıpkı televizyonların salt reyting/izlenme kaygısı gütmesi gibi gazeteler de yayın politikalarında satın alınma esasını birincil tutuyor. Elbette para kazanma amacından ötürü hiçbir ekonomik işletmeyi suçlayamayız ancak burada uzun uzadıya tartışamayacağımız “medya etiği”nin çıkarcı inisiyatiflere terk edildiği de bariz şekilde ortada.
Gazetelerde kültür ve sanata en büyük yer sinema için ayrılıyor. Plastik sanatlar eksenli etkinlikler için “ne-nerede”yi pek geçmeyen kısa bilgiler veriliyor. Türkiye’de basılan 31 (bu rakam internet araştırması sonucu elde edildi) günlük ulusal gazeteden yalnızca birkaçı istikrarlı şekilde kültür – sanat sayfası yapmaya devam ediyor.
Kültür – sanat haberlerine yer veren gazetelerin en büyük sorunu ise, sanat alanında uzmanlaşmış muhabirlerinin olmaması. Plastik sanatların kendine özgü diline hâkim olmayan, yorumdan uzak, etkinlik seçmede yine çıkar eksenli hareket eden anlayış, kurumsallaşamamak sıkıntısındaki sanatın kısır döngüsünün bir ayağını net şekilde açıklıyor.
Sanat Dergileri
Sanat dergileri, basının sanata kapalılığı sonucu sanatçıların kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra olması bakımından kuşkusuz çok önemli. Şimdiye dek yayınlanmış dergilerin çoğunluğu sanatçıların önayak olmasıyla çıkmış. Bunlardan birkaçı; Adnan Turani’nin 1965 yılında çıkarmaya başladığı “Sanat ve Sanatçılar”, daha sonra sırasıyla Mehmet Güleryüz’ün “Kalın”, Bedri Baykam’ın “Sakala”, Jale Erzen’in “Boyut”, Halil Altındere-Vahit Tuna’nın “Art-İst”i, yine sanat insanlarının çıkardıkları “Sanat Çevresi” ve “Dipnot”. Sanat galericileri de çıkardıkları “Türkiye’de Sanat” ve Genç Sanat”, “rh+sanart”, “Artist”, “Cey” dergileri ile alana farklı soluklar getirdiler. “Plato” gibi kimi dergiler ise koleksiyonerlerin çabalarıyla çıktı. Günümüzde bazısı hala yayınlanan bu dergiler, imtiyaz sahibinin “prestij” amacı gütmesi nedeniyle varlıklarını sürdürebildikleri gibi, gerçekten bağımsız ve alternatif sese sahip de olabildiler.
1970’li yıllarda İstanbul değil Ankara’da çıkması ve edindiği saygın yer ile bir döneme damgasını vurmuş “Ankara Sanat” dergisinin de Türkiye’deki sanat dergiciliğinde önemli bir yeri var. Öte yandan Türkiye’deki hemen hemen bütün sanat dergilerinin “yüksek kültür”e hitap ettiği söylenebilir. Antika ve müzayede sektörü içinde yer edinen bu dergiler, gerek reklâm gerek satış ve gerekse yayın politikaları ile tüketim kültürünü pekiştirme imajı verirler.
Oldukça uzun süredir yayınlanmakta olan “Milliyet Sanat” dergisi de 1970’li yıllarda sorgulayıcı, tartışmacı, muhalif iken, popüler kültürün etkisinden kurtulamayarak magazinel bir hal aldı. “Milliyet Sanat” dergisinin son dönemde kullandığı slogan, “Popüler olanla olmayanı ayırmayan dergi”, elitizme ya da popülizme karşı gibi görünse de mevcut yayından yola çıkarak amaçlananın elde edildiğini söylemek pek mümkün değil!
Yapı Kredi Bankası’nın kendi adına yayınladığı “Sanat Dünyamız” dergisi de uzun süredir istikrarlı biçimde yoluna devam ediyor. Şimdiye kadarki editörlerinin çabaları sonucunda bir nitelik yakalayan “Sanat Dünyamız” buna rağmen, bir banka dergisi olarak sermaye ile mesafeyi koruyamaması nedeniyle bağımsız sesler çıkaramıyor, merkezden kopamıyor.
(...)
Medya – Sanat İlişkisinde Sınırların Ortadan Kalkması:
Medya Sanatı ve Medyayı Konu Edinen Sanat
Sanat geçmişe göre çok daha disiplinlerarası bir kimliğe sahip artık. Medya ile sanat arasındaki ilişki de, sanatın medyayı yeni bir “medium” olarak keşfetmesiyle günümüzde farklı bir biçime taşındı.
(...)
2006 yılı içinde Türkiye’de gerçekleşen bir sanat eylemi, medya ve sanat ilişkilerini tartışmaya açmak bakımından oldukça başarılı olmuş, ilginç bir örnek. “Hacet” isimli bu “sergi” henüz başlamadan, serginin konsepti, tarihleri, mekânı ve yer alan sanatçılar ile çalışmaları hakkında bilgi içeren “süslü” bir basın bülteni tüm basın kuruluşlarına ulaştırıldı ilk olarak. Bültendeki bilgiler, gazeteler, dergiler, televizyon kanalları ve internet sitelerinde, imzasız haberler biçiminde geniş yer bulmaya başladı daha sonra. Çok geçmeden, henüz açılmamış sergi hakkında imzalı yorumlar yapılmaya başlandı. Ancak “Hacet” diye bir sergi aslında yoktu! Katılacağı belirtilen sanatçıların bir kısmı sanatçı bile değilken, serginin olacağı söylenen adres de uydurmaydı! İkinci bir basın bülteni ile serginin olmadığı duyurulduğunda ise fikrin sahibi, kendisini küratör olarak tanıtan Fatih Balcı’ya yönelik tartışmalar baş gösterdi bu kez medya organlarında. Çünkü kendisi “medyayı kandırmak”la suçlanıyordu. Balcı daha sonra bir görüşmede, “Postmodern zamanlarda tamamen simülatif bir sergi” yaptıklarını ve “izleyici ve sanat olgusu arasına girmiş medya”yı deşifre etmeyi amaçladıklarını söylüyordu. Bu da yine medya ile mümkündü!
***
Son olarak, reklâm ve tanıtım amaçlı kullanılan görsel öğeler ile sanatın giderek birbirine yaklaştığı ve bunun, sanat ortamından da sanatın reklâm sektörü ile uyumlu ilişkisini arzulayan bir kesim tarafından desteklendiğinin altını çizelim. Muhafazakârlık gibi görünse de söylemeliyiz ki; iki alan birbirine karışırken sanat ve reklâmın var olma nedenleri de iç içe giriyor ve bu durum, özellikle metropollerde yaşayan insanların, gerek her türlü medya aracı gerekse sokaklardaki sayısız imge ile bombardıman altında tutulmasına yol açıyor. Sonuç olarak sanatsal çalışmalar da bu imge bolluğu içinde görünmez oluyor.
Medya kurumlarının sunmayı tercih etmediği sanat izleyici ile buluşmakta güçlük çekerken, bunu başarabilen çalışmalar sorgusuz kabul edilir hale geliyor. Sanat izleyicisinden “hedef kitle” diye bahsedildiği bir sistemde değerlendirmenin kendisi bile ne kadar “doğru” olabilir ki? Daha sağlıklı bir sanat ortamı ve sanat – medya ilişkisinin gelişmesi için bütün bu olgular başta Türkiye olmak üzere tüm dünyada mutlaka tartışmaya açılmalı. Çıkar amaçlı ilişkiler bütünün engellenmesi, sanat ve medya arasındaki en sağlıklı ilişki biçimini de oluşturacaktır. Bunun ne şekilde yapılabileceği ise tam bir muamma!
25 Kasım 2008 Salı
Huzursuzluğun Derinlerindeki Duyarlılık
Bu yazı Artist dergisi Ekim 2008 sayısında yayımlanmıştır.
Kadının, sanatta temsiliyet halinden özne olmasına geçen süreç, sanat tarihinin en sancılı ve esas hikâyelerinden biridir. Ana tanrıça formundaki “tapılan kadın”dan güzellik objesi “anılan kadın”a ve takribinde de baş meta olarak “satılan kadın”a evrilen zaman diliminden çıkmış, 20. yüzyılın imkânlarını sonuna kadar zorlayarak özne olmayı başarabilmiştir kadın.
Ne muammadır ki, bu varolma serüveninde artık “kadın sanatçı” diye bir olguyu tahlil edebiliyorken bile, tıpkı fikirler öne sürerek karşısına çıkacağımız sonuca bizi götürenlerin kendisi gibi, önce insanı “kadın” ve “erkek” diye ikiye ayırmak zorunda kalırız. Peki, bunu yaptık diyelim. Karşımıza bu kez bir başka problematik çıkar. Bir kadının öyküsünü anlatan erkeğin anlattığı nasıl aslında kendi öyküsü oluyorsa, bir kadın sanatçının anlattığının da “öteki” kadın olmadığını iddia edebilir miyiz? Bu ötekileştirme, kadın fizyolojisinin hassas duyarlılığıyla biçimlenmiş bir özdeşlik güdüsüyle aşılabilir mi o halde?
(...)
Bahsi geçen kadın sanatçılardan biri de, kırılgan formlarıyla; asi lekeleriyle; bir bakmışsınız kuyunun dibi karanlığında, bir bakmışsınız çiçek bahçesi zenginliğindeki renkleriyle Füsun Çağlayan. Boya ve çizgi ile ifadede direnenlerden Füsun. Tuval resminin anlatım olanakları ile ilgili bir derdi var ve 1986 yılında ilk kişisel sergisini gerçekleştirdiğinden bu yana huzursuz bir arayış içinde. Bugün ürettiklerinin her ayrıntısından sezilen de öncelikle bu. “Ben henüz ne yaptığımı kendim de tahlil edemiyorum” derken, kendinden emin gözükenlerin, neyi niye yaptığının son derece bilincinde olanların sahteliğini düşündürüyor insana. Asil bir utangaçlık huyu bu, kadınlara mahsus! Ne yaptığını bilememenin övünülesi haleti ruhiyesi!
(...)
“Gelin Çiçeği” dizisi, kara zemin üzerinde beyaz ve gümüş rengidir. Spiral yapısı ile gülü andıran bu çiçekler, onu taşıyacak kadının paradokslarını taşır.
Gül, art anlamları gizleyen metafordur bu resimlerde.
“İmha” yok oluştur! Varlık problemi sonsuza kadar çözülmüştür. Yıkarak yok etme söz konusu burada. Bilinç eyleme geçmiştir. Astarımsı dokunun üzerindeki hırçın çizgiler, lekeler yok oluşu hazırlar. Renk minimuma iner, birazdan o da yok olacak çünkü. Tablo kendini imha etmek üzere!
“Kanama” kadının kendisi kadar kendisini anlatır! Anlatmak gibi bir derdinin ne kadar olduğu tartışılır; anlayana!
Kelebek kanadı kırılınca kanar mı?
“Kanat” serisinde kanatlar giderek form kaybeder, ulvileşir. Bir melek kanadı mıdır o yoksa? Renkler döner, devinim estetikseldir! Füsun, kurguladığı fantastik dünyada resmin kavramsal kurgusuna “bitki-kadın”ı oturtur.
“Kimyasal Manzara”nın kimyasallığı, hınzır bir okumayla, malzemenin kimyasallığından geliyor olabilir. Ancak şenlikli bir manzarayı andıran kompozisyonda gösterilen günümüz kimyasal dünyasından bir parça ise resmin kurgusu bir anda değişir. Gözünüzü kapatıp tekrar açtığınızda farklı bir manzarayla karşılaşırsınız.
“Katastrof” Füsun’un son çalışması. Felaket, varılan son nokta olmuş! Lekeler artarak tuval yüzeyini ele geçirmeye başlamış. Siyah daha da siyah! Siyahı tamamlayan maviler, çocukluğumuzun yatak altı canavarlarına benziyor sanki! Küçük bir kız çocuğu korkuyor! Sanatçının ifadesi güçlenirken anlatım hikâyeleşmeye başlamış bu resimde. “Ben kompozisyon ressamı değilim” dese de böylesi etkileyici kompozisyonlar kurabiliyor o.
(...)
Kadının, sanatta temsiliyet halinden özne olmasına geçen süreç, sanat tarihinin en sancılı ve esas hikâyelerinden biridir. Ana tanrıça formundaki “tapılan kadın”dan güzellik objesi “anılan kadın”a ve takribinde de baş meta olarak “satılan kadın”a evrilen zaman diliminden çıkmış, 20. yüzyılın imkânlarını sonuna kadar zorlayarak özne olmayı başarabilmiştir kadın.
Ne muammadır ki, bu varolma serüveninde artık “kadın sanatçı” diye bir olguyu tahlil edebiliyorken bile, tıpkı fikirler öne sürerek karşısına çıkacağımız sonuca bizi götürenlerin kendisi gibi, önce insanı “kadın” ve “erkek” diye ikiye ayırmak zorunda kalırız. Peki, bunu yaptık diyelim. Karşımıza bu kez bir başka problematik çıkar. Bir kadının öyküsünü anlatan erkeğin anlattığı nasıl aslında kendi öyküsü oluyorsa, bir kadın sanatçının anlattığının da “öteki” kadın olmadığını iddia edebilir miyiz? Bu ötekileştirme, kadın fizyolojisinin hassas duyarlılığıyla biçimlenmiş bir özdeşlik güdüsüyle aşılabilir mi o halde?
(...)
Bahsi geçen kadın sanatçılardan biri de, kırılgan formlarıyla; asi lekeleriyle; bir bakmışsınız kuyunun dibi karanlığında, bir bakmışsınız çiçek bahçesi zenginliğindeki renkleriyle Füsun Çağlayan. Boya ve çizgi ile ifadede direnenlerden Füsun. Tuval resminin anlatım olanakları ile ilgili bir derdi var ve 1986 yılında ilk kişisel sergisini gerçekleştirdiğinden bu yana huzursuz bir arayış içinde. Bugün ürettiklerinin her ayrıntısından sezilen de öncelikle bu. “Ben henüz ne yaptığımı kendim de tahlil edemiyorum” derken, kendinden emin gözükenlerin, neyi niye yaptığının son derece bilincinde olanların sahteliğini düşündürüyor insana. Asil bir utangaçlık huyu bu, kadınlara mahsus! Ne yaptığını bilememenin övünülesi haleti ruhiyesi!
(...)
“Gelin Çiçeği” dizisi, kara zemin üzerinde beyaz ve gümüş rengidir. Spiral yapısı ile gülü andıran bu çiçekler, onu taşıyacak kadının paradokslarını taşır.
Gül, art anlamları gizleyen metafordur bu resimlerde.
“İmha” yok oluştur! Varlık problemi sonsuza kadar çözülmüştür. Yıkarak yok etme söz konusu burada. Bilinç eyleme geçmiştir. Astarımsı dokunun üzerindeki hırçın çizgiler, lekeler yok oluşu hazırlar. Renk minimuma iner, birazdan o da yok olacak çünkü. Tablo kendini imha etmek üzere!
“Kanama” kadının kendisi kadar kendisini anlatır! Anlatmak gibi bir derdinin ne kadar olduğu tartışılır; anlayana!
Kelebek kanadı kırılınca kanar mı?
“Kanat” serisinde kanatlar giderek form kaybeder, ulvileşir. Bir melek kanadı mıdır o yoksa? Renkler döner, devinim estetikseldir! Füsun, kurguladığı fantastik dünyada resmin kavramsal kurgusuna “bitki-kadın”ı oturtur.
“Kimyasal Manzara”nın kimyasallığı, hınzır bir okumayla, malzemenin kimyasallığından geliyor olabilir. Ancak şenlikli bir manzarayı andıran kompozisyonda gösterilen günümüz kimyasal dünyasından bir parça ise resmin kurgusu bir anda değişir. Gözünüzü kapatıp tekrar açtığınızda farklı bir manzarayla karşılaşırsınız.
“Katastrof” Füsun’un son çalışması. Felaket, varılan son nokta olmuş! Lekeler artarak tuval yüzeyini ele geçirmeye başlamış. Siyah daha da siyah! Siyahı tamamlayan maviler, çocukluğumuzun yatak altı canavarlarına benziyor sanki! Küçük bir kız çocuğu korkuyor! Sanatçının ifadesi güçlenirken anlatım hikâyeleşmeye başlamış bu resimde. “Ben kompozisyon ressamı değilim” dese de böylesi etkileyici kompozisyonlar kurabiliyor o.
(...)
6 Kasım 2008 Perşembe
Bu Benim Midemi Bulandırıyor
Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 29 Mart 2008'de yayımlanmıştır...
İnsanın yaptıklarını değil ettiklerini göstermek istedim' diyen Halil Vurucuoğlu, yapıtlarıyla ilgili takdir edici iltifatlar değil, yorumlar duymak istiyor.
İzmirli genç sanatçı Halil Vurucuoğlu Drimart'ta açılan yeni sergisinde, daha önce katıldığı grup sergilerinde gördüğümüz gökyüzüne ve onu saran elektrik tellerine odaklanan kent siluetlerinden koparak farklı bir yönelime girmiş. Avrupalı ve Akdenizli Genç Sanatçılar Bienali'ne katılmak üzere seçilen, Kasa Galeri'de 'Geleceğe Esintiler 2'de de yer alan sanatçı bu sergiyle, sanat olarak kabul edilip edilmeyeceği hâlâ tartışılan sokak sanatını galeri mekânına taşıyor. Sprey boya ve şablonlarla sokak duvarlarını resimleyenler gibi galerinin doğrudan duvarına çalıştığı işleri olsa da onlardan bir adım ayrılıyor. Tekniği, tuvalde zaman zaman suluboyayı da dâhil ederek deniyor. Sanatçı, sokak sanatını galerinin steril ortamına taşıdığının farkında. Bu sanata müdahale noktasında salt şablon kullanımıyla başladığı üslubunu farklı noktalara taşıyor. Resmin üç boyut yanılsamasıyla yüzeyi gerçekten üçüncü boyuta ulaştırarak kurtulmaya çalışıyor. Böylece bir anlamda mevcut sert tavrı inceltmiş oluyor.
Temsilin bozgununun peşinde bir sanatçı ve onu sokak sanatına yönlendiren de, bu sanat biçimine müdahale ettiren de aynı dürtü: "Bazı şeyleri bozmayı seviyorum. Yolunda giden bir tren vagonunun en beklenmedik anda rayından çıkması durumunu düşünün. Her şey çok monoton. Bozgunculuğu seviyorum," diyor. 'Bambu'da sanatçının çoğunlukla son dönem çalışmaları olan, 'güzel kadın' portrelerinin de yer aldığı insan merkezli bir seçki sunuluyor. Portreler, teknik ve kompozisyon kurulumu bakımından birbirinden farklı olmakla birlikte hepsi aynı istencin, niyetin ürünü. Ünlü kişilerin en tanınamayacak fotoğraflarından, geçişsiz, düz renklere sahip şablonları üst üste ekleyerek çalışmış. Kadın portreleri davetkâr ve güzelken otoportrelerin de kendisini, evine giderken insanların geçmeye korktuğu bir yolda gölge biçiminde ya da şablon yardımıyla spreyle gerçekleştirdiği çizgilerin arkasında gösteriyor sanatçı. 'Kar' isimli portede, dış mekân resimlerindeki dingin gerginliği beyaz rengin depresifliği ile portre tarzına da yansıtıyor. Bir Patricia Highsmith romanı okur gibi, her an tetikte bekletiyor izleyiciyi.
Mesele sahteyle hesaplaşmak
Yanılsama arzusunun kalmadığı yerde, sahteliğin gerçeklik sınırlarını belirlediği durumda, yanılsama gerçeğin kendisi oluyor artık. "İnsanın 'yaptıkları' değil 'ettiklerini' göstermek istedim." diyen sanatçı bayağılığa dikkat çekiyor ve her türlü zıtlığı kullanarak sahte olanla hesaplaşmak istiyor: "Yaptıklarımın güzel olmuş diye takdir edilmesini istemiyorum. 'Bu benim midemi bulandırıyor' yorumu benim için daha değerli !"
Bambu sergisi, 12 Nisan'a kadar Dirimart'ta.
Tel: 0212 291 34 34
İnsanın yaptıklarını değil ettiklerini göstermek istedim' diyen Halil Vurucuoğlu, yapıtlarıyla ilgili takdir edici iltifatlar değil, yorumlar duymak istiyor.
İzmirli genç sanatçı Halil Vurucuoğlu Drimart'ta açılan yeni sergisinde, daha önce katıldığı grup sergilerinde gördüğümüz gökyüzüne ve onu saran elektrik tellerine odaklanan kent siluetlerinden koparak farklı bir yönelime girmiş. Avrupalı ve Akdenizli Genç Sanatçılar Bienali'ne katılmak üzere seçilen, Kasa Galeri'de 'Geleceğe Esintiler 2'de de yer alan sanatçı bu sergiyle, sanat olarak kabul edilip edilmeyeceği hâlâ tartışılan sokak sanatını galeri mekânına taşıyor. Sprey boya ve şablonlarla sokak duvarlarını resimleyenler gibi galerinin doğrudan duvarına çalıştığı işleri olsa da onlardan bir adım ayrılıyor. Tekniği, tuvalde zaman zaman suluboyayı da dâhil ederek deniyor. Sanatçı, sokak sanatını galerinin steril ortamına taşıdığının farkında. Bu sanata müdahale noktasında salt şablon kullanımıyla başladığı üslubunu farklı noktalara taşıyor. Resmin üç boyut yanılsamasıyla yüzeyi gerçekten üçüncü boyuta ulaştırarak kurtulmaya çalışıyor. Böylece bir anlamda mevcut sert tavrı inceltmiş oluyor.
Temsilin bozgununun peşinde bir sanatçı ve onu sokak sanatına yönlendiren de, bu sanat biçimine müdahale ettiren de aynı dürtü: "Bazı şeyleri bozmayı seviyorum. Yolunda giden bir tren vagonunun en beklenmedik anda rayından çıkması durumunu düşünün. Her şey çok monoton. Bozgunculuğu seviyorum," diyor. 'Bambu'da sanatçının çoğunlukla son dönem çalışmaları olan, 'güzel kadın' portrelerinin de yer aldığı insan merkezli bir seçki sunuluyor. Portreler, teknik ve kompozisyon kurulumu bakımından birbirinden farklı olmakla birlikte hepsi aynı istencin, niyetin ürünü. Ünlü kişilerin en tanınamayacak fotoğraflarından, geçişsiz, düz renklere sahip şablonları üst üste ekleyerek çalışmış. Kadın portreleri davetkâr ve güzelken otoportrelerin de kendisini, evine giderken insanların geçmeye korktuğu bir yolda gölge biçiminde ya da şablon yardımıyla spreyle gerçekleştirdiği çizgilerin arkasında gösteriyor sanatçı. 'Kar' isimli portede, dış mekân resimlerindeki dingin gerginliği beyaz rengin depresifliği ile portre tarzına da yansıtıyor. Bir Patricia Highsmith romanı okur gibi, her an tetikte bekletiyor izleyiciyi.
Mesele sahteyle hesaplaşmak
Yanılsama arzusunun kalmadığı yerde, sahteliğin gerçeklik sınırlarını belirlediği durumda, yanılsama gerçeğin kendisi oluyor artık. "İnsanın 'yaptıkları' değil 'ettiklerini' göstermek istedim." diyen sanatçı bayağılığa dikkat çekiyor ve her türlü zıtlığı kullanarak sahte olanla hesaplaşmak istiyor: "Yaptıklarımın güzel olmuş diye takdir edilmesini istemiyorum. 'Bu benim midemi bulandırıyor' yorumu benim için daha değerli !"
Bambu sergisi, 12 Nisan'a kadar Dirimart'ta.
Tel: 0212 291 34 34
5 Kasım 2008 Çarşamba
Kitsch Sempozyum
Nedir Kiç? Düşük, ucuz, yoz bir güzellik mi? Plastik çiçek mi yoksa? Çirkinlik olabilir mi acaba? Ya da süslü olan her şey. Yoksa güzelliğin demokratikleşmesi mi? Acaba “yüksek sanatı” tehdit eden bir hayalet olabilir mi? Veya “çokkültürlülüğün” sesi. Popüler kültürden siyasete, çağdaş sanattan sinemaya; magazinden mimariye; davranış biçiminden seri üretilmiş nesnelere dolanan sıkı bir soru: Nedir bu Kiç?
Karşı Sanat Çalışmaları 10 Mayıs 2008 Cumartesi Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde (3 OTURUM) bir sempozyumla hayatın hemen her anını kuşatan bu çetrefil kavramı tartıştıracak.
PROGRAM
1.OTURUM
10:00-12:00
Beral Madra, “Siyaset ve Kitsch”
Gültekin Çizgen, “Türkiye’de Kitsch Bolluğu
Aykut Köksal, “Bir Modernleşme Olgusu Olarak “Kitsch”
Feyyaz Yaman, “Kiç’i Anlamamak!”
Yöneten: Ali Şimşek
2.OTURUM
13:00-15:00
İ. Can Koç, Tarihsel ve Sosyolojik Olaraki Kisch'i Anlamaya Çalışmak
Melis Behlül, “Versace Elbise, Kristal Şampanya: Showgirls’de Tüketim, Kitsch ve
Yalçın Sadak, “Toplumcu Gerçekçi Türk Resmi ve Kitsch ”Camp”
Ahmet Soysal, “Kiç ve İdeoloji”
Yöneten: Fatih Balcı
3.OTURUM
15:30-17:00
Fatih Balcı, "Sürekli Olarak ve Birdenbire Kiç"
Osman Çakmakçı “Kitsch ve Poetika”
Elif Dastarlı, "Kendinin Anti-tezi: Gayrı Siyasallaşan Dil Kitsch"
Ali Şimşek “Çizgili Pijamaya Gülmek: Yeni Orta Sınıf ve Kitsch”
Yöneten: Feyyaz Yaman
TARTIŞMA
17:10-18:00
Karşı Sanat Çalışmaları 10 Mayıs 2008 Cumartesi Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde (3 OTURUM) bir sempozyumla hayatın hemen her anını kuşatan bu çetrefil kavramı tartıştıracak.
PROGRAM
1.OTURUM
10:00-12:00
Beral Madra, “Siyaset ve Kitsch”
Gültekin Çizgen, “Türkiye’de Kitsch Bolluğu
Aykut Köksal, “Bir Modernleşme Olgusu Olarak “Kitsch”
Feyyaz Yaman, “Kiç’i Anlamamak!”
Yöneten: Ali Şimşek
2.OTURUM
13:00-15:00
İ. Can Koç, Tarihsel ve Sosyolojik Olaraki Kisch'i Anlamaya Çalışmak
Melis Behlül, “Versace Elbise, Kristal Şampanya: Showgirls’de Tüketim, Kitsch ve
Yalçın Sadak, “Toplumcu Gerçekçi Türk Resmi ve Kitsch ”Camp”
Ahmet Soysal, “Kiç ve İdeoloji”
Yöneten: Fatih Balcı
3.OTURUM
15:30-17:00
Fatih Balcı, "Sürekli Olarak ve Birdenbire Kiç"
Osman Çakmakçı “Kitsch ve Poetika”
Elif Dastarlı, "Kendinin Anti-tezi: Gayrı Siyasallaşan Dil Kitsch"
Ali Şimşek “Çizgili Pijamaya Gülmek: Yeni Orta Sınıf ve Kitsch”
Yöneten: Feyyaz Yaman
TARTIŞMA
17:10-18:00
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)