Bu yazı Artist dergisi Ekim 2008 sayısında yayımlanmıştır.
Kadının, sanatta temsiliyet halinden özne olmasına geçen süreç, sanat tarihinin en sancılı ve esas hikâyelerinden biridir. Ana tanrıça formundaki “tapılan kadın”dan güzellik objesi “anılan kadın”a ve takribinde de baş meta olarak “satılan kadın”a evrilen zaman diliminden çıkmış, 20. yüzyılın imkânlarını sonuna kadar zorlayarak özne olmayı başarabilmiştir kadın.
Ne muammadır ki, bu varolma serüveninde artık “kadın sanatçı” diye bir olguyu tahlil edebiliyorken bile, tıpkı fikirler öne sürerek karşısına çıkacağımız sonuca bizi götürenlerin kendisi gibi, önce insanı “kadın” ve “erkek” diye ikiye ayırmak zorunda kalırız. Peki, bunu yaptık diyelim. Karşımıza bu kez bir başka problematik çıkar. Bir kadının öyküsünü anlatan erkeğin anlattığı nasıl aslında kendi öyküsü oluyorsa, bir kadın sanatçının anlattığının da “öteki” kadın olmadığını iddia edebilir miyiz? Bu ötekileştirme, kadın fizyolojisinin hassas duyarlılığıyla biçimlenmiş bir özdeşlik güdüsüyle aşılabilir mi o halde?
(...)
Bahsi geçen kadın sanatçılardan biri de, kırılgan formlarıyla; asi lekeleriyle; bir bakmışsınız kuyunun dibi karanlığında, bir bakmışsınız çiçek bahçesi zenginliğindeki renkleriyle Füsun Çağlayan. Boya ve çizgi ile ifadede direnenlerden Füsun. Tuval resminin anlatım olanakları ile ilgili bir derdi var ve 1986 yılında ilk kişisel sergisini gerçekleştirdiğinden bu yana huzursuz bir arayış içinde. Bugün ürettiklerinin her ayrıntısından sezilen de öncelikle bu. “Ben henüz ne yaptığımı kendim de tahlil edemiyorum” derken, kendinden emin gözükenlerin, neyi niye yaptığının son derece bilincinde olanların sahteliğini düşündürüyor insana. Asil bir utangaçlık huyu bu, kadınlara mahsus! Ne yaptığını bilememenin övünülesi haleti ruhiyesi!
(...)
“Gelin Çiçeği” dizisi, kara zemin üzerinde beyaz ve gümüş rengidir. Spiral yapısı ile gülü andıran bu çiçekler, onu taşıyacak kadının paradokslarını taşır.
Gül, art anlamları gizleyen metafordur bu resimlerde.
“İmha” yok oluştur! Varlık problemi sonsuza kadar çözülmüştür. Yıkarak yok etme söz konusu burada. Bilinç eyleme geçmiştir. Astarımsı dokunun üzerindeki hırçın çizgiler, lekeler yok oluşu hazırlar. Renk minimuma iner, birazdan o da yok olacak çünkü. Tablo kendini imha etmek üzere!
“Kanama” kadının kendisi kadar kendisini anlatır! Anlatmak gibi bir derdinin ne kadar olduğu tartışılır; anlayana!
Kelebek kanadı kırılınca kanar mı?
“Kanat” serisinde kanatlar giderek form kaybeder, ulvileşir. Bir melek kanadı mıdır o yoksa? Renkler döner, devinim estetikseldir! Füsun, kurguladığı fantastik dünyada resmin kavramsal kurgusuna “bitki-kadın”ı oturtur.
“Kimyasal Manzara”nın kimyasallığı, hınzır bir okumayla, malzemenin kimyasallığından geliyor olabilir. Ancak şenlikli bir manzarayı andıran kompozisyonda gösterilen günümüz kimyasal dünyasından bir parça ise resmin kurgusu bir anda değişir. Gözünüzü kapatıp tekrar açtığınızda farklı bir manzarayla karşılaşırsınız.
“Katastrof” Füsun’un son çalışması. Felaket, varılan son nokta olmuş! Lekeler artarak tuval yüzeyini ele geçirmeye başlamış. Siyah daha da siyah! Siyahı tamamlayan maviler, çocukluğumuzun yatak altı canavarlarına benziyor sanki! Küçük bir kız çocuğu korkuyor! Sanatçının ifadesi güçlenirken anlatım hikâyeleşmeye başlamış bu resimde. “Ben kompozisyon ressamı değilim” dese de böylesi etkileyici kompozisyonlar kurabiliyor o.
(...)