Milliyet Sanat dergisi Mayıs sayısında yayımlandı..
“Güzellik”le ilgili değerleri kurduğu özgün plastik diliyle bertaraf eden, tüm dünyanın çok sevdiği, adeta yaşarken efsaneleşmiş ressam Fernando Botero, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde gerçekleşen sergiyle İstanbul’da. Beşinci yılını tamamlamaya hazırlanan müzenin bu sergisi, çoğunluğu sanatçının son on yılda ürettiği 64 yapıttan oluşan geniş bir seçkiyi sunmasıyla kayda değer bir yıldönümü sergisi niteliğinde.
Botero’nun sanatı tipiktir. Figürleriyle tersten kurgular kuran Kolombiyalı sanatçı, kendi gerçekliğinin peşinde koşmuş, kolonyal olmayan bir üslup bulmak için adeta ömrünü vermiştir. Kendini “en Kolombiyalı” olarak tanıtması, ilk bakışta “İşte bu bir Botero resmi” dedirtecek çizgide ilerlemesi de hep bundandır. Botero’nun sergide, sanatının genel çizgisini yansıtan boğa güreşi, sirk, Latin Amerika yaşamı, Latin Amerika halkı, ölüdoğalar ve sanat tarihinin geçmiş ustalarından uyarlamaları kapsayan altı başlıkta çalışmaları yer alıyor.
Bir Kolombiya kasabasında doğan, küçük yaşta, pek de istemeden boğa güreşi okuluna giden, ardından bir iddiaya göre bir boğanın çarpması sonucu okulu bırakan ve resme yönelen sanatçının belleğinde bu dönem kuşkusuz önemli izler bırakmıştır. Kendisi de “Boğa güreşini çizmeye cesaret ettim, çünkü bu konuyu çok iyi biliyordum. Bir konuyla benliğiniz arasında güçlü bir ilişki yoksa o konuyu çizemezsiniz” der zaten. Özgün bir sanat arayışı, onun için boğa güreşleri konusunu, sadece hayvanla yapılan mücadele değil, tüm ritüelleriyle çekici kılar. Şık matadorlar, halkın coşkun ilgisi, arena ve olağanüstü bir atmosfer... Örneğin sergideki Ölen Boğa resmi gösterişli koreografisiyle bu anlamda cezbedicidir.
Sirkin “çok güzel ve zamandan arınmış bir konu” olduğunu dile getiren Botero, bu gerçekliğe meydan okuyan dünyayı her yönüyle sergiler. Büyülü gerçekçi Latin Amerika ekolünden etkilendiği kuşku götürmeyen sanatçının yaratmak istediği gerçeğin içinde, herhangi bir anda ama hiç de sıradan olmayanı gösterme niyeti, sirklerin rengârenk dünyasıyla örtüşür. Sirk resmindeki gibi, gösterilere hazırlanmakta olan görevlilerin çalışmasını da gösterir; biniciler, cambazlar, aslan ve kaplan terbiyecileri, uzun ayaklı palyaçolar, tabii ki yine oldukça şişman atlar, filler ve daha onlarca porte de sunar.
Sirk hayatından ya da değil, portreleri merkeze oturttuğu tüm resimlerinde sanatına dair başka bir ipucu saklıdır aslında. 2000 yılından sonra yaptığı, politik duyarlılık içeren, Kolombiya’daki şiddet eylemlerini ya da ABD’li askerlerin Irak halkına yaptıkları işkenceleri gösteren dizileri dışında, tipik resimlerinde bir aksiyona işaret etmesi beklenmez. Grup portreleri ya da kişisel hatta hayvanları resmettiği portreler, arkadaki süreçlere göndermeler yapan durum portreleridir. Gözün ilk alımladığının arkasında yatan hikâye hakkında, kurduğu dengeli kompozisyonda küçük ipuçları verir. Bazen, fotoğrafik anlamda söylersek kadraja son anda ve yanlışlıkla girdiği izlenimi uyandıran figürlerle seyircisini şoke eder. Resminin çekiciliği bence asıl buradan kaynaklanır. Basit bir kurguyla ve hallice kilolu figürleriyle yarattığı sempatik atmosferle anlık görüntülerden farklı derinliklerde çoğul okumaları mümkün kılar.
Uzun yıllar Avrupa’da ve New York’ta yaşayan Botero için aidiyet pek de kolay baş edebildiği bir mevzu olmasa gerek; her fırsatta fedakârlık yapmaktan kaçınmadığı, hep sahiplenerek bahsettiği ülkesinden yaşadığı tatsız olaylar silsilesi nedeniyle ayrı kalan sanatçı, yine de bu farklı kültürlerin insanlarını resmetmekten geri kalmamıştır. “Resimlerimde gençliğim sırasında tanıdığım bir dünya ile karşılaşabilirsiniz. Bir tür özlem bu; o özlemi çalışmamın merkezî konusu haline getirdim” der kendisi de. Yerelin renkli resim ve heykelleri, yine halk sanatının dolaysız ve özlü diliyle oluşturduğu tekniğiyle biçimsel anlamda yalın ancak zengin ve karmaşık olan sanatı, kendini ait hissettiği toprakların tarihini, belleğini, ağırlığını ve çeşnisini hissettirir. Sergide de yer alan, Latin Amerika yaşamını anlatan örneğin Sokak, İntihar, Dikiş Atölyesi, Sevgililer, Erkek ile Kadın gibi tablolarda, yoksulların hayat mücadelesini, toplumsal konuları, halkın yaşamından dramatik kesitleri, genelevleri, danslı eğlenceleri “öteki”leştirmeden gösterir sanatçı; kendi kültürüyle zoraki olmayan sahici bir dil kurar.
Sergideki diğer resim dizisi, Botero’nun yapıtları içinde çok önemli bir yer tutan ölüdoğalardır. 1960’lı yılların sonundan başlayarak düzenli bir süreklilikle gerçekleştirdiği resimleri, insanı ya da demokratik bir ilişki biçimiyle hayvanları kompozisyonun merkezine yerleştirdiği çalışmaları gibi birtakım hikâyeleri önceler. Bakan göz bir noktadan sonra artık sadece masaya konmuş bir meyve tabağı göremez.
Ölüdoğalarda kullandığı formlar, alabildiğine yumuşak hatlı şişman figürler çizen sanatçı için ideal yuvarlaklığı yakalama fırsatını da beraberinde getirir. Mekânın kaçınılmaz eğri-doğru yönlerdeki çizgiselliğine meydan okuduğu bu resimleri, uzun yıllar üzerinde çalıştığı sanatçılardan olan Cezanne’ın dünyayı geometrik algılamasına da bir saygı duruşu niteliğindedir.
“Şişman Mona Lisa”nın ressamı olarak ünlenir Fernando Botero. 1959 yılında yaptığı, asıl adı “Genç Mona Lisa” olan bu resmi, Avrupa sanat tarihinin ustalarının başyapıtlarına göndermeler yapmasını da beraberinde getirecektir. Sanatçı henüz 1950’li yılların başında İtalya ve İspanya’ya yolculuklar yapar; Paris’e gittiğinde ise günlerce Louvre müzesinden çıkmaz. Giotto di Bondone, Piero della Francesca, Leonardo da Vinci, Andrea Mantegna, Diego Velázquez ve Francisco de Goya tablolarını inceler. Botero’nun resimlerinde hacim vurgusunu bu denli önemsemesi, Rönesans’tan moderne, sanatın perspektifi keşfi mücadelesiyle yakından alakalı olmalıdır. Keza klasik güzellik kanonlarına meydan okuyan tavrının da kaynağını, sanat tarihiyle kurduğu ilişkide aramak mümkündür.
Sergide yer alan sanat tarihine mal olmuş resimlerden uyarlamalar, Latin Amerika kültürüyle şekillenen sanatının Avrupa kültürüyle harmanlanmış örnekleri olarak hayli ilginçtir. Botero’nun yaptığı elbette taklit olmanın çok uzağındadır. Raffaello’nun La Fornarina’sı, Jan van Eyck’in Arnolfini’nin Düğünü ya da Velázquez’in Nedimeler’i gibi resimlerini konu edindiği çalışmaları, tatlı bir ironiyle yapılmış yorumlardır olsa olsa.
Sanatçının aynı uzak mesafeden yaklaştığı ama mevcut ironinin son parçasını tamamlar biçimde izleyene yakın duran şişman figürleri, hikâyelerini uzun uzun izlemek isteyenler için 18 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.
9 Mayıs 2010 Pazar
Fırça Ve Kalemin İzinde Sınırları Aşmak
Gençsanat dergisi Mayıs sayısında yayımlandı..
Yazı resim kaynaklıdır; veya tersini söylersek resim yazı kaynaklı. Bugün neredeyse tüm dillerde fonetik semboller kullanılsa da eski zamanlarda hiyeroglif, piktogram ve ideogramlar yani resimsel imgeler kullanılıyordu. Çince ve Japoncada ise mevcut yazı dili halen görsel temsile dayanıyor. Yani her sözcük aslında anlattığı objenin resminden hareketle oluşmuş. Yaklaşık 200 temel ideogramın kullanılmasıyla 40.000’i aşkın Çin ve Japon karakteri meydana geliyor. Böylesi bir dilin usta ellerde yazıya aktarılarak varabileceği hem görsel hem de anlatımsal zenginliği düşleyebiliyor musunuz?
Çin ve Japon geleneksel sanatlarına ait yazılı eserlerin gücü tam da bu resimselliğinden ileri gelirken, İslam estetiğinin ürünü hat sanatı ise kendine özgü kaideleriyle tamamen farklı bir anlayıştadır ve biçimsel gücünü çizgisellikten alır. Hat sanatının özellikle Osmanlı’da vardığı tepe noktanın tüm dünyayı kendine hayran bıraktığı bilinen bir gerçektir. Öte yandan bizim bugün kullandığımız yazı karakterleri olan Latin harfleri de Avrupa’da yüzyıllardır kaligrafik anlayışla, yine kendi estetik değerlerini yaratan bir disiplin halinde icra edilmektedir.
Tüm bu yazı stillerinden seçkin örnekleri bir araya getiren “Fırça ve Kalemin İzinde Sınırları Aşmak - Doğu ve Batı Yazı Sanatından Seçmeler” sergisi Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde açıldı. Kültürler arası farkların olduğu kadar benzerliklerin de, yazı gibi toplumsal iletişimin biricik ürünü ile gözler önüne serildiği sergi, “2010 Türkiye’de Japonya Yılı” etkinlikleri kapsamında düzenleniyor. Sergide, SSM hat koleksiyonundan seçilen Osmanlı dönemi eserleriyle; Japonya’daki Kampo Müzesi’nden gelen, dövülmüş mürekkebe batırılan fırçayla yazılan Çin ve Japon kaligrafi örnekleri; ayrıca Latin kaligrafisinden tarihsel örnekler ve MG Latin Kaligrafisi Okulu sanatçılarının yazdığı Türkçe metinlerin yanı sıra bezemeli mürekkep taşları, oyma taş mühürler, fırçalar, tüy kalemler, kağıt örnekleri gibi yazı malzemeleri yer alıyor. 27 Haziran’a kadar sürecek serginin küratörlüğünü ise SSM Baş Danışmanı Dr. Filiz Çağman, Japonya’daki MG Latin Kaligrafisi Okulu Başkanı Muriel Gaggini ve Kampo Müzesi Direktörü Yuri Harada ile birlikte üstlenmiş.
Sergideki parçalar birbirinden değerli, ancak zihinlerimizin aşinalığından kaynaklanıyor olsa gerek, hat sanatı ve Latin harfleri örnekleri bir adım geride kalırken önce dikkatleri Çin ve Japon ama özellikle de Çin yazıları çekiyor. Çin yazı üslubuna ait bilinen en eski örnekler, 3300 yıl önceki Yin hanedanına ait. Sergide de bu dönem ile ilişkilendirilen hayvan kemiği üzerine yazılmış bir yazıyı görmek mümkün. Etkileyici karakterini minimallikten alan, boşlukla kurduğu ilişkiyi estetik anlayışının temel noktasına oturtan Çin kaligrafisi, zengin bir felsefi arka plana da sahip. Eski yazı ustalarının bir açık hava parkında kocaman fırçalarını suya batırıp kızgın yerin üzerine yazdıkları muhteşem tümcelerin birkaç dakika içinde buhar olup gidişlerini seneler önce bir vesileyle izlerken, bu derin felsefeye hayranlık duymamak mümkün değil.
Japonya’ya ise Budizm’in 553’de girmesiyle değişen estetik algılar, Çin etkili bir yazı üslubunu beraberinde getiriyor. Japoncada kanji denen karakterler ilk alfabeyi oluşturmuştur. Çince gibi geleneksel olarak vertikal yani yukarıdan aşağıya ya da sağdan sola yazılan ve okunan, “Shodo” denen bu yazı stiline ait sergide, usta kaligraf Kampo Harada’nın fırçasından çıkma birbirinden değerli yazılar yer alıyor. Örneğin bir küçük mühür yazısındaki şu sözler hayli etkileyici: “Bu ıssız güz gecesinde seni düşünüyor, özlüyorum. Yalnızım, yavaş yavaş yürürken soğuk gece göğünün altında bir şiir okuyorum. Düşen birkaç çam kozalağının dışında dağ sessizliğe bürünmüş. Hayalimde hala uyanıksın.”
Fırça vuruşlarının kıvraklığını, karmaşık karakterlerin incelikle uygulandığı kağıt üzerinde izlemek, her metnin anlamını da çözme isteği uyandırıyor haliyle. Kampo Müzesi Direktör Yuri Harada’nın ifadelerini aynen aktarırsak; “Doğunun güzel yazı sanatı, muazzam bir ritmik kombinasyonlar yelpazesine sahip çizgilerin dinamik bir uygulamasıdır. Birbirini izleyen fırça darbelerindeki sonsuz değişkenli denge, her karakterin akışkanlığı ve gerilimi, gücü ve oranı, temel bir formun, yazanın kişiliğinin ve o anın benzersiz bir ürünüdür. Dil, göz ve el, kaligrafi aracılığıyla bilincin derinlikleriyle bağlantı kurar.”
İslam dininin ortaya çıkışıyla gelişen Arap yazısı, Halife Hz. Ali’nin döneminde devletin başkenti Kûfe’ye atfen “kûfi” adını alır. Zamanla belli kurallar dizgesine bağlanan yazı, kültürün zenginliği içinde çeşitlenmiş ve gösterişi artmıştır. Arapçada çizgi, sınır, yol anlamlarına gelen hat kelimesi güzel yazı sanatı ismi olarak “hüsn-i hat” denmiştir. Hat sanatına ait, müze koleksiyonunun en değerli parçalarının yer alması bu sergiyi ayrıca önemli kılıyor. 15. yüzyıla ait “hareketli nesih”le icra edilmiş bir kuran; yine aynı dönemlerden Şehzade Korkut’un kaleminden çıkma nadide kuran; 18. yüzyılda, Şeyh Hamdullah’a ait, ebru kâğıtla çerçevelenmiş kıt’a ve meşkler; 15. yüzyıl sonundan, bir metreye yakın uzunlukta şerit halinde kuran sureleri; hattatların el alışkanlıklarını yitirmemek için yaptıkları, serbest tarzlarıyla dikkat çeken karalamalardan seçmeler; murakkalar, levhalar ve daha nicesi…
Latin harfleriyle yazılmış en eski metinler İÖ 700’e tarihlenir. İtalya yarımadasındaki Etrüsk egemenliğinde yaşayan Latin halkının dilini yazıya dökmek üzere geliştirilmiş olan bu yazı dili, 15. yüzyılda matbaanın icadından önce genellikle balmumu tablet, hayvan derisi parşömen ve papirüs üstüne yazılırdı. Sergide yer alan örneğin 13. yüzyıla ait Gotik harflerle yazılmış İncil örneğinde olduğu gibi Latin yazısı, çoğunlukla kitapları kopya etmede kullanıldığı için stilize, belirgin ve okunması kolay büyük harfler şeklinde. Bir diğer örnek ise belge ya da mektuplarda kullanılan üsluptaki gibi yuvarlak bir biçime sahip. Yazıların olduğu kadar süsleme amaçlı resimsel bezemelerin de dikkat çektiği Latin kaligrafisi örnekleri arasında kutsal tören kitaplarından sayfalar, bir Flaman takvimi ve birçok farklı kitap sayfaları, ayrıca tüy kalemler, parşömen, gümüş kalem ve hokka gibi yazı malzemeleri yer alıyor.
Doğu ve Batı kültürlerini bir arada sunma, böylece üzerinde yaşadığımız coğrafyanın da özgün kültürünü ortaya koyabilmek için sanat alanında harcanan çabaların, Oryantalist olma noktasına düşmeden gerçekleştirilmiş kayda değer bir örneği bu sergi. Ancak Latin Kaligrafisi Okulu öğrencilerinin yazdıkları Türkçe metinler, diğer eserler yanında öncelikle biçimsel kıyasla oldukça güçsüz kalıyor. Türkçe şiirler, özlü sözler vd. kâğıda aktarılırken yazı için harcanan özene karşın ortaya çıkan renk cümbüşü, üç kültüre de ait eski koleksiyon parçalarının zarif beğeni ürünleri yanında hakikaten çirkin kalıyor. Bunların arasında dolma tarifi veren bir levha ise evlere şenlik doğrusu!
Yazı resim kaynaklıdır; veya tersini söylersek resim yazı kaynaklı. Bugün neredeyse tüm dillerde fonetik semboller kullanılsa da eski zamanlarda hiyeroglif, piktogram ve ideogramlar yani resimsel imgeler kullanılıyordu. Çince ve Japoncada ise mevcut yazı dili halen görsel temsile dayanıyor. Yani her sözcük aslında anlattığı objenin resminden hareketle oluşmuş. Yaklaşık 200 temel ideogramın kullanılmasıyla 40.000’i aşkın Çin ve Japon karakteri meydana geliyor. Böylesi bir dilin usta ellerde yazıya aktarılarak varabileceği hem görsel hem de anlatımsal zenginliği düşleyebiliyor musunuz?
Çin ve Japon geleneksel sanatlarına ait yazılı eserlerin gücü tam da bu resimselliğinden ileri gelirken, İslam estetiğinin ürünü hat sanatı ise kendine özgü kaideleriyle tamamen farklı bir anlayıştadır ve biçimsel gücünü çizgisellikten alır. Hat sanatının özellikle Osmanlı’da vardığı tepe noktanın tüm dünyayı kendine hayran bıraktığı bilinen bir gerçektir. Öte yandan bizim bugün kullandığımız yazı karakterleri olan Latin harfleri de Avrupa’da yüzyıllardır kaligrafik anlayışla, yine kendi estetik değerlerini yaratan bir disiplin halinde icra edilmektedir.
Tüm bu yazı stillerinden seçkin örnekleri bir araya getiren “Fırça ve Kalemin İzinde Sınırları Aşmak - Doğu ve Batı Yazı Sanatından Seçmeler” sergisi Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde açıldı. Kültürler arası farkların olduğu kadar benzerliklerin de, yazı gibi toplumsal iletişimin biricik ürünü ile gözler önüne serildiği sergi, “2010 Türkiye’de Japonya Yılı” etkinlikleri kapsamında düzenleniyor. Sergide, SSM hat koleksiyonundan seçilen Osmanlı dönemi eserleriyle; Japonya’daki Kampo Müzesi’nden gelen, dövülmüş mürekkebe batırılan fırçayla yazılan Çin ve Japon kaligrafi örnekleri; ayrıca Latin kaligrafisinden tarihsel örnekler ve MG Latin Kaligrafisi Okulu sanatçılarının yazdığı Türkçe metinlerin yanı sıra bezemeli mürekkep taşları, oyma taş mühürler, fırçalar, tüy kalemler, kağıt örnekleri gibi yazı malzemeleri yer alıyor. 27 Haziran’a kadar sürecek serginin küratörlüğünü ise SSM Baş Danışmanı Dr. Filiz Çağman, Japonya’daki MG Latin Kaligrafisi Okulu Başkanı Muriel Gaggini ve Kampo Müzesi Direktörü Yuri Harada ile birlikte üstlenmiş.
Sergideki parçalar birbirinden değerli, ancak zihinlerimizin aşinalığından kaynaklanıyor olsa gerek, hat sanatı ve Latin harfleri örnekleri bir adım geride kalırken önce dikkatleri Çin ve Japon ama özellikle de Çin yazıları çekiyor. Çin yazı üslubuna ait bilinen en eski örnekler, 3300 yıl önceki Yin hanedanına ait. Sergide de bu dönem ile ilişkilendirilen hayvan kemiği üzerine yazılmış bir yazıyı görmek mümkün. Etkileyici karakterini minimallikten alan, boşlukla kurduğu ilişkiyi estetik anlayışının temel noktasına oturtan Çin kaligrafisi, zengin bir felsefi arka plana da sahip. Eski yazı ustalarının bir açık hava parkında kocaman fırçalarını suya batırıp kızgın yerin üzerine yazdıkları muhteşem tümcelerin birkaç dakika içinde buhar olup gidişlerini seneler önce bir vesileyle izlerken, bu derin felsefeye hayranlık duymamak mümkün değil.
Japonya’ya ise Budizm’in 553’de girmesiyle değişen estetik algılar, Çin etkili bir yazı üslubunu beraberinde getiriyor. Japoncada kanji denen karakterler ilk alfabeyi oluşturmuştur. Çince gibi geleneksel olarak vertikal yani yukarıdan aşağıya ya da sağdan sola yazılan ve okunan, “Shodo” denen bu yazı stiline ait sergide, usta kaligraf Kampo Harada’nın fırçasından çıkma birbirinden değerli yazılar yer alıyor. Örneğin bir küçük mühür yazısındaki şu sözler hayli etkileyici: “Bu ıssız güz gecesinde seni düşünüyor, özlüyorum. Yalnızım, yavaş yavaş yürürken soğuk gece göğünün altında bir şiir okuyorum. Düşen birkaç çam kozalağının dışında dağ sessizliğe bürünmüş. Hayalimde hala uyanıksın.”
Fırça vuruşlarının kıvraklığını, karmaşık karakterlerin incelikle uygulandığı kağıt üzerinde izlemek, her metnin anlamını da çözme isteği uyandırıyor haliyle. Kampo Müzesi Direktör Yuri Harada’nın ifadelerini aynen aktarırsak; “Doğunun güzel yazı sanatı, muazzam bir ritmik kombinasyonlar yelpazesine sahip çizgilerin dinamik bir uygulamasıdır. Birbirini izleyen fırça darbelerindeki sonsuz değişkenli denge, her karakterin akışkanlığı ve gerilimi, gücü ve oranı, temel bir formun, yazanın kişiliğinin ve o anın benzersiz bir ürünüdür. Dil, göz ve el, kaligrafi aracılığıyla bilincin derinlikleriyle bağlantı kurar.”
İslam dininin ortaya çıkışıyla gelişen Arap yazısı, Halife Hz. Ali’nin döneminde devletin başkenti Kûfe’ye atfen “kûfi” adını alır. Zamanla belli kurallar dizgesine bağlanan yazı, kültürün zenginliği içinde çeşitlenmiş ve gösterişi artmıştır. Arapçada çizgi, sınır, yol anlamlarına gelen hat kelimesi güzel yazı sanatı ismi olarak “hüsn-i hat” denmiştir. Hat sanatına ait, müze koleksiyonunun en değerli parçalarının yer alması bu sergiyi ayrıca önemli kılıyor. 15. yüzyıla ait “hareketli nesih”le icra edilmiş bir kuran; yine aynı dönemlerden Şehzade Korkut’un kaleminden çıkma nadide kuran; 18. yüzyılda, Şeyh Hamdullah’a ait, ebru kâğıtla çerçevelenmiş kıt’a ve meşkler; 15. yüzyıl sonundan, bir metreye yakın uzunlukta şerit halinde kuran sureleri; hattatların el alışkanlıklarını yitirmemek için yaptıkları, serbest tarzlarıyla dikkat çeken karalamalardan seçmeler; murakkalar, levhalar ve daha nicesi…
Latin harfleriyle yazılmış en eski metinler İÖ 700’e tarihlenir. İtalya yarımadasındaki Etrüsk egemenliğinde yaşayan Latin halkının dilini yazıya dökmek üzere geliştirilmiş olan bu yazı dili, 15. yüzyılda matbaanın icadından önce genellikle balmumu tablet, hayvan derisi parşömen ve papirüs üstüne yazılırdı. Sergide yer alan örneğin 13. yüzyıla ait Gotik harflerle yazılmış İncil örneğinde olduğu gibi Latin yazısı, çoğunlukla kitapları kopya etmede kullanıldığı için stilize, belirgin ve okunması kolay büyük harfler şeklinde. Bir diğer örnek ise belge ya da mektuplarda kullanılan üsluptaki gibi yuvarlak bir biçime sahip. Yazıların olduğu kadar süsleme amaçlı resimsel bezemelerin de dikkat çektiği Latin kaligrafisi örnekleri arasında kutsal tören kitaplarından sayfalar, bir Flaman takvimi ve birçok farklı kitap sayfaları, ayrıca tüy kalemler, parşömen, gümüş kalem ve hokka gibi yazı malzemeleri yer alıyor.
Doğu ve Batı kültürlerini bir arada sunma, böylece üzerinde yaşadığımız coğrafyanın da özgün kültürünü ortaya koyabilmek için sanat alanında harcanan çabaların, Oryantalist olma noktasına düşmeden gerçekleştirilmiş kayda değer bir örneği bu sergi. Ancak Latin Kaligrafisi Okulu öğrencilerinin yazdıkları Türkçe metinler, diğer eserler yanında öncelikle biçimsel kıyasla oldukça güçsüz kalıyor. Türkçe şiirler, özlü sözler vd. kâğıda aktarılırken yazı için harcanan özene karşın ortaya çıkan renk cümbüşü, üç kültüre de ait eski koleksiyon parçalarının zarif beğeni ürünleri yanında hakikaten çirkin kalıyor. Bunların arasında dolma tarifi veren bir levha ise evlere şenlik doğrusu!
Can Göknil'in 'Kitap-evi'
28 Nisan günlü Radikal gazetesinde yayımlandı..
Anadolu mitolojilerinden çıkıp çocuk edebiyatına birbirinden keyifli öyküler kazandıran Can Göknil, son sergisi ‘Kitap-evi’ ile öykülerini plastik sanatlara farklı boyutlarda taşımaya devam ediyor. Galeri Apel’deki sergide cisme bürünmüş ‘Kitap Kurdu’, akrepsiz yelkovansız saat, esas kız ve esas oğlanın yer değiştirdiği ‘Penceredeki Güzel’ ve kaplumbağa kabuklarından horozlar ile kitabın fantastik dünyasını kurgulamış sanatçı. Sergide sizleri sürprizli ‘Mani Kutusu’, ‘Türkü Kutusu’, ‘Düşgücü’, ‘İlham Perisi’ ve daha neler neler bekliyor.
‘Kitap-evi’ kitapçı olan değil, aynen kitabın evi olan mı?
Evet, kitabın evi yani burada ev sahibi kitap. Sergilerimi sahneye oyun koyar gibi düşünüyorum, aktörler, dekor... ‘Kitap-evi’nin hikâyesine göre bir defter var, buraya hep notlar alınıyor ama sayfaları kolayca yırtılıp çöpe atılıyor. Defter hep karşı kütüphanedeki kitapları gözlüyor. ‘Keşke ben de bir gün kitap olsam’ diyor. Tükenmekten korkuyor. Şansı iyi gidiyor, bir gün bir editör karşısına oturuyor ve yayınlanıyor. Oldukça çok seviliyor ve okuyucuları diyorlar ki kitabın kendine ait yeri olsun, bunu hak ediyor. İşte o yer Galeri Apel oldu.
Peki sergideki diğer çalışmalar?
Hepsi kitabın evinde olabilecek öteberiler. Kimini budum, kimini yaptım, kimine yeni parçalar ekledim, çok çeşitli malzemelerle bu kitap sergisini kurdum.
Resim mi kitap, kitap mı resim? Ya da kitap resmi mi, resimli kitabın resmi mi yoksa hepsi bir arada ya da hepsiyle birlikte yeni bir şey mi?
Galiba son söylediğiniz ama aslında bir Can sergisi. Çocuklardan kaynaklanan renkli, oyunbaz bir tarafım da vardır. Malzemeyi de özünü koyarak ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Sırf bu malzeme enteresan, hadi bunu buraya koyayım demiyorum. Sergide tuvaller de var.
Tek boyutlu kitabı resimle ikinci boyuta ve heykelsi çalışmalarla da üçüncü boyuta taşıdığınızı söyleyebilir miyiz?
Amacım kitaba üçüncü bir boyut kazandırmak. Kendi tecrübemden de biliyorum, resimle ikinci boyut bir araya gelince o kitap daha bir anlam kazanıyor. Ama üçüncü boyutun olması cismin ayrıca ortaya çıkması demek.
Çocuk kitapları resim serüveninizle hayatınızın hangi noktasında bir araya geldi?
New York’ta yaşarken, Leo Lionni isimli yazarın şair bir farenin hayatını anlattığı kitapla karşılaştım. O kadar güzel soyutlamış ki büyülendim. Başladım illüstrasyonları etüt etmeye. Sonra çalıştığım yayınevinin çocuk kitapları editörüne bir kirpi hikâyemi gösterdim. ‘Bu güzel ama siz İstanbullusunuz. Neden herhangi bir hayvan masalı? Kendi geçmişinize ait neler var oysa.’ dedi. O anda aklıma düştü. Kendi kültürümüzü öğrendikçe de özümsedim ve hepsi birer sergi oldu.
Çalışmalarınızın masalsı yanı ağır basıyor hep...
Sacayağının bir ayağı öykücülük, bir ayağı fantazya belki...
Siz çocuk kitapları çalışıyorsunuz, sergilerinizdeyse çocuksu naiflikte öykülerle bu kez yetişkinlere hitap ediyorsunuz. Masalsı anlatım pastel tonlar ve fantastik karakterlerle buluşuyor. Böylesi bir süreçte uygun dili tutturmak için esas aldığınız kriter nedir?
Ortaya çıkan basit gibi dursa da büyük bir araştırma gerekiyor. Zannediyorum bu hissediliyor. Ben ilksel sanatı, her şey bütün saflığıyla ortada olduğu için severim, o yüzden duygusaldır. Şunu söyleyebilirim: çocuksu ruhum kaybolmadı. Hepimizin yaşadığı çocukluk artık günün karmaşası içinde ve çağımızın zor şartları altında bir kenara itiliyor, yazık. Ben, insanların çalışmalarımı izleyerek kendi çocukluklarına da dönebilmelerini sağlamaya çalışıyorum.
Sanatın gelenekle kurduğu ilişki son zamanlarda yeniden tartışmaya açıldı. Siz kendi tavrınızı nasıl açıklarsınız?
Geleneklere sadece biçimsel olarak değil, kültürel anlamda da bağlıyım. Ama çalışırken onu hissetmem, yaşamam lazım.
Anadolu mitolojilerinden çıkıp çocuk edebiyatına birbirinden keyifli öyküler kazandıran Can Göknil, son sergisi ‘Kitap-evi’ ile öykülerini plastik sanatlara farklı boyutlarda taşımaya devam ediyor. Galeri Apel’deki sergide cisme bürünmüş ‘Kitap Kurdu’, akrepsiz yelkovansız saat, esas kız ve esas oğlanın yer değiştirdiği ‘Penceredeki Güzel’ ve kaplumbağa kabuklarından horozlar ile kitabın fantastik dünyasını kurgulamış sanatçı. Sergide sizleri sürprizli ‘Mani Kutusu’, ‘Türkü Kutusu’, ‘Düşgücü’, ‘İlham Perisi’ ve daha neler neler bekliyor.
‘Kitap-evi’ kitapçı olan değil, aynen kitabın evi olan mı?
Evet, kitabın evi yani burada ev sahibi kitap. Sergilerimi sahneye oyun koyar gibi düşünüyorum, aktörler, dekor... ‘Kitap-evi’nin hikâyesine göre bir defter var, buraya hep notlar alınıyor ama sayfaları kolayca yırtılıp çöpe atılıyor. Defter hep karşı kütüphanedeki kitapları gözlüyor. ‘Keşke ben de bir gün kitap olsam’ diyor. Tükenmekten korkuyor. Şansı iyi gidiyor, bir gün bir editör karşısına oturuyor ve yayınlanıyor. Oldukça çok seviliyor ve okuyucuları diyorlar ki kitabın kendine ait yeri olsun, bunu hak ediyor. İşte o yer Galeri Apel oldu.
Peki sergideki diğer çalışmalar?
Hepsi kitabın evinde olabilecek öteberiler. Kimini budum, kimini yaptım, kimine yeni parçalar ekledim, çok çeşitli malzemelerle bu kitap sergisini kurdum.
Resim mi kitap, kitap mı resim? Ya da kitap resmi mi, resimli kitabın resmi mi yoksa hepsi bir arada ya da hepsiyle birlikte yeni bir şey mi?
Galiba son söylediğiniz ama aslında bir Can sergisi. Çocuklardan kaynaklanan renkli, oyunbaz bir tarafım da vardır. Malzemeyi de özünü koyarak ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Sırf bu malzeme enteresan, hadi bunu buraya koyayım demiyorum. Sergide tuvaller de var.
Tek boyutlu kitabı resimle ikinci boyuta ve heykelsi çalışmalarla da üçüncü boyuta taşıdığınızı söyleyebilir miyiz?
Amacım kitaba üçüncü bir boyut kazandırmak. Kendi tecrübemden de biliyorum, resimle ikinci boyut bir araya gelince o kitap daha bir anlam kazanıyor. Ama üçüncü boyutun olması cismin ayrıca ortaya çıkması demek.
Çocuk kitapları resim serüveninizle hayatınızın hangi noktasında bir araya geldi?
New York’ta yaşarken, Leo Lionni isimli yazarın şair bir farenin hayatını anlattığı kitapla karşılaştım. O kadar güzel soyutlamış ki büyülendim. Başladım illüstrasyonları etüt etmeye. Sonra çalıştığım yayınevinin çocuk kitapları editörüne bir kirpi hikâyemi gösterdim. ‘Bu güzel ama siz İstanbullusunuz. Neden herhangi bir hayvan masalı? Kendi geçmişinize ait neler var oysa.’ dedi. O anda aklıma düştü. Kendi kültürümüzü öğrendikçe de özümsedim ve hepsi birer sergi oldu.
Çalışmalarınızın masalsı yanı ağır basıyor hep...
Sacayağının bir ayağı öykücülük, bir ayağı fantazya belki...
Siz çocuk kitapları çalışıyorsunuz, sergilerinizdeyse çocuksu naiflikte öykülerle bu kez yetişkinlere hitap ediyorsunuz. Masalsı anlatım pastel tonlar ve fantastik karakterlerle buluşuyor. Böylesi bir süreçte uygun dili tutturmak için esas aldığınız kriter nedir?
Ortaya çıkan basit gibi dursa da büyük bir araştırma gerekiyor. Zannediyorum bu hissediliyor. Ben ilksel sanatı, her şey bütün saflığıyla ortada olduğu için severim, o yüzden duygusaldır. Şunu söyleyebilirim: çocuksu ruhum kaybolmadı. Hepimizin yaşadığı çocukluk artık günün karmaşası içinde ve çağımızın zor şartları altında bir kenara itiliyor, yazık. Ben, insanların çalışmalarımı izleyerek kendi çocukluklarına da dönebilmelerini sağlamaya çalışıyorum.
Sanatın gelenekle kurduğu ilişki son zamanlarda yeniden tartışmaya açıldı. Siz kendi tavrınızı nasıl açıklarsınız?
Geleneklere sadece biçimsel olarak değil, kültürel anlamda da bağlıyım. Ama çalışırken onu hissetmem, yaşamam lazım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)