Milliyet Sanat dergisi Mayıs sayısında yayımlandı..
“Güzellik”le ilgili değerleri kurduğu özgün plastik diliyle bertaraf eden, tüm dünyanın çok sevdiği, adeta yaşarken efsaneleşmiş ressam Fernando Botero, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde gerçekleşen sergiyle İstanbul’da. Beşinci yılını tamamlamaya hazırlanan müzenin bu sergisi, çoğunluğu sanatçının son on yılda ürettiği 64 yapıttan oluşan geniş bir seçkiyi sunmasıyla kayda değer bir yıldönümü sergisi niteliğinde.
Botero’nun sanatı tipiktir. Figürleriyle tersten kurgular kuran Kolombiyalı sanatçı, kendi gerçekliğinin peşinde koşmuş, kolonyal olmayan bir üslup bulmak için adeta ömrünü vermiştir. Kendini “en Kolombiyalı” olarak tanıtması, ilk bakışta “İşte bu bir Botero resmi” dedirtecek çizgide ilerlemesi de hep bundandır. Botero’nun sergide, sanatının genel çizgisini yansıtan boğa güreşi, sirk, Latin Amerika yaşamı, Latin Amerika halkı, ölüdoğalar ve sanat tarihinin geçmiş ustalarından uyarlamaları kapsayan altı başlıkta çalışmaları yer alıyor.
Bir Kolombiya kasabasında doğan, küçük yaşta, pek de istemeden boğa güreşi okuluna giden, ardından bir iddiaya göre bir boğanın çarpması sonucu okulu bırakan ve resme yönelen sanatçının belleğinde bu dönem kuşkusuz önemli izler bırakmıştır. Kendisi de “Boğa güreşini çizmeye cesaret ettim, çünkü bu konuyu çok iyi biliyordum. Bir konuyla benliğiniz arasında güçlü bir ilişki yoksa o konuyu çizemezsiniz” der zaten. Özgün bir sanat arayışı, onun için boğa güreşleri konusunu, sadece hayvanla yapılan mücadele değil, tüm ritüelleriyle çekici kılar. Şık matadorlar, halkın coşkun ilgisi, arena ve olağanüstü bir atmosfer... Örneğin sergideki Ölen Boğa resmi gösterişli koreografisiyle bu anlamda cezbedicidir.
Sirkin “çok güzel ve zamandan arınmış bir konu” olduğunu dile getiren Botero, bu gerçekliğe meydan okuyan dünyayı her yönüyle sergiler. Büyülü gerçekçi Latin Amerika ekolünden etkilendiği kuşku götürmeyen sanatçının yaratmak istediği gerçeğin içinde, herhangi bir anda ama hiç de sıradan olmayanı gösterme niyeti, sirklerin rengârenk dünyasıyla örtüşür. Sirk resmindeki gibi, gösterilere hazırlanmakta olan görevlilerin çalışmasını da gösterir; biniciler, cambazlar, aslan ve kaplan terbiyecileri, uzun ayaklı palyaçolar, tabii ki yine oldukça şişman atlar, filler ve daha onlarca porte de sunar.
Sirk hayatından ya da değil, portreleri merkeze oturttuğu tüm resimlerinde sanatına dair başka bir ipucu saklıdır aslında. 2000 yılından sonra yaptığı, politik duyarlılık içeren, Kolombiya’daki şiddet eylemlerini ya da ABD’li askerlerin Irak halkına yaptıkları işkenceleri gösteren dizileri dışında, tipik resimlerinde bir aksiyona işaret etmesi beklenmez. Grup portreleri ya da kişisel hatta hayvanları resmettiği portreler, arkadaki süreçlere göndermeler yapan durum portreleridir. Gözün ilk alımladığının arkasında yatan hikâye hakkında, kurduğu dengeli kompozisyonda küçük ipuçları verir. Bazen, fotoğrafik anlamda söylersek kadraja son anda ve yanlışlıkla girdiği izlenimi uyandıran figürlerle seyircisini şoke eder. Resminin çekiciliği bence asıl buradan kaynaklanır. Basit bir kurguyla ve hallice kilolu figürleriyle yarattığı sempatik atmosferle anlık görüntülerden farklı derinliklerde çoğul okumaları mümkün kılar.
Uzun yıllar Avrupa’da ve New York’ta yaşayan Botero için aidiyet pek de kolay baş edebildiği bir mevzu olmasa gerek; her fırsatta fedakârlık yapmaktan kaçınmadığı, hep sahiplenerek bahsettiği ülkesinden yaşadığı tatsız olaylar silsilesi nedeniyle ayrı kalan sanatçı, yine de bu farklı kültürlerin insanlarını resmetmekten geri kalmamıştır. “Resimlerimde gençliğim sırasında tanıdığım bir dünya ile karşılaşabilirsiniz. Bir tür özlem bu; o özlemi çalışmamın merkezî konusu haline getirdim” der kendisi de. Yerelin renkli resim ve heykelleri, yine halk sanatının dolaysız ve özlü diliyle oluşturduğu tekniğiyle biçimsel anlamda yalın ancak zengin ve karmaşık olan sanatı, kendini ait hissettiği toprakların tarihini, belleğini, ağırlığını ve çeşnisini hissettirir. Sergide de yer alan, Latin Amerika yaşamını anlatan örneğin Sokak, İntihar, Dikiş Atölyesi, Sevgililer, Erkek ile Kadın gibi tablolarda, yoksulların hayat mücadelesini, toplumsal konuları, halkın yaşamından dramatik kesitleri, genelevleri, danslı eğlenceleri “öteki”leştirmeden gösterir sanatçı; kendi kültürüyle zoraki olmayan sahici bir dil kurar.
Sergideki diğer resim dizisi, Botero’nun yapıtları içinde çok önemli bir yer tutan ölüdoğalardır. 1960’lı yılların sonundan başlayarak düzenli bir süreklilikle gerçekleştirdiği resimleri, insanı ya da demokratik bir ilişki biçimiyle hayvanları kompozisyonun merkezine yerleştirdiği çalışmaları gibi birtakım hikâyeleri önceler. Bakan göz bir noktadan sonra artık sadece masaya konmuş bir meyve tabağı göremez.
Ölüdoğalarda kullandığı formlar, alabildiğine yumuşak hatlı şişman figürler çizen sanatçı için ideal yuvarlaklığı yakalama fırsatını da beraberinde getirir. Mekânın kaçınılmaz eğri-doğru yönlerdeki çizgiselliğine meydan okuduğu bu resimleri, uzun yıllar üzerinde çalıştığı sanatçılardan olan Cezanne’ın dünyayı geometrik algılamasına da bir saygı duruşu niteliğindedir.
“Şişman Mona Lisa”nın ressamı olarak ünlenir Fernando Botero. 1959 yılında yaptığı, asıl adı “Genç Mona Lisa” olan bu resmi, Avrupa sanat tarihinin ustalarının başyapıtlarına göndermeler yapmasını da beraberinde getirecektir. Sanatçı henüz 1950’li yılların başında İtalya ve İspanya’ya yolculuklar yapar; Paris’e gittiğinde ise günlerce Louvre müzesinden çıkmaz. Giotto di Bondone, Piero della Francesca, Leonardo da Vinci, Andrea Mantegna, Diego Velázquez ve Francisco de Goya tablolarını inceler. Botero’nun resimlerinde hacim vurgusunu bu denli önemsemesi, Rönesans’tan moderne, sanatın perspektifi keşfi mücadelesiyle yakından alakalı olmalıdır. Keza klasik güzellik kanonlarına meydan okuyan tavrının da kaynağını, sanat tarihiyle kurduğu ilişkide aramak mümkündür.
Sergide yer alan sanat tarihine mal olmuş resimlerden uyarlamalar, Latin Amerika kültürüyle şekillenen sanatının Avrupa kültürüyle harmanlanmış örnekleri olarak hayli ilginçtir. Botero’nun yaptığı elbette taklit olmanın çok uzağındadır. Raffaello’nun La Fornarina’sı, Jan van Eyck’in Arnolfini’nin Düğünü ya da Velázquez’in Nedimeler’i gibi resimlerini konu edindiği çalışmaları, tatlı bir ironiyle yapılmış yorumlardır olsa olsa.
Sanatçının aynı uzak mesafeden yaklaştığı ama mevcut ironinin son parçasını tamamlar biçimde izleyene yakın duran şişman figürleri, hikâyelerini uzun uzun izlemek isteyenler için 18 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.