Bu yazı rh+sanat'ın 43. sayısında yayınlanmıştır..
1984’ü okuyan herkes Big Brother’ın belleksizleştirme politikası karşısında çılgına dönmüştür. Evet, Sayın Winston Smith, tarih siliniyor ve yeniden yazılıyor ama siz nasıl oluyor da bu kadar çabuk unutabiliyorsunuz?
Dünya küreselleşirken biz dünya vatandaşları belleksizleştiriliyoruz. “Ak”la kara birbirine karıştı. Orwell’ın distopyası gerçek oluyor. İstatistiklerin biricik öznesi “sokaktaki vatandaş”ın ismi yok. Sahip olduğumuz direnme noktalarını birer birer kaybediyoruz. Gettolaşmak, mahrumiyet bölgelerini tanımlayan bir kelime olmanın ötesinde, bütünüyle mahrumiyeti ifade ediyor. Küresel sermayeye ayak dirediği ölçüde varlığını koruyabilecek son insani müdahale araçlarından sanat, insan mahrumiyetinin en tipik simgesi sayılabilir bundan böyle!
Son yıllarda sıkça tekrarlanarak dilimize pelesenk edilen tabirle, İstanbul bir “çekim merkezi” haline geliyor. Kentsel dönüşüm projeleri yavaş yavaş hayata geçirilirken Batı’nın sanat ve kültür odaklı sermayesinin de İstanbul’a akmaya başladığına tanık oluyoruz. Batı’nın sanatsal ve kültürel anlamda yaşadığı kısırlık, daha gerçekçi bir açıklamayla, kültür sermayesinin güncel sanatın içini iyice boşaltması, Batı’nın gözünü bir kez daha Doğu’ya çevirmesini sağlıyor. Malzemesiz kalan Batı, önce kendi periferisindeki “öteki”yi yine ötekileştirerek kullandı: Son yirmi yıldır güncel sanatın en çarpıcı çalışmaları göçmenlerden ve göçmenlik üzerine çıktı. Şimdi de dışarıdaki “öteki”nin peşinde sermayenin Batısı – Batı’nın sermayesi.
Uygarlık beşiği kent, tabakalaşmanın, toplumsal ayrışma ve ilerlemenin de mekânıdır genel modernist kanıya göre.
Marksist analiz ise sınıfsal ayrımı, bir sınıfın diğerine hâkimiyetini vurgular kentin tanımını yaparken. Bugün İstanbul’u hangi tanıma dâhil edebileceğimiz açıkça ortada. “Bırakınız yapsınlar”cı liberal model, “neo” önekiyle İstanbul’un sanat kimliğine de hâkim. Ekonomi disiplininin saptadığı; yalnızca üreticilerden oluşan kısıtlı bir alıcıya yönelik arî üretimle, kitlelerin beklentilerini karşılayacak üretim arasındaki temel karşıtlık, İstanbul sanat ortamını da pekâlâ tarif ediyor. Kurduğu kültür sanat vakfına sponsor olan şirketin prestijine prestij katması ile oluşan, en küçük kesimin kendisi için hazırladığı gölge oyunu başarıyla ifa ediliyor. Bunu yaparken sınıf içi statüko değişimleri de asla unutulmuyor ve çeşitli renkteki “lale”ler, farklı fiyatlar üzerinden sınıf nişanı olarak dağıtılıyor. Özel bir müzenin kafe-barında boğaz manzarası satılıyor. Kuzgun Acar’ın ev ve atölyesi restore edilerek “leziz Osmanlı ve saray mutfağı restaurantı” yapılıyor.(1) Bir dönem sanat mirası, güzel anılar eşliğinde afiyetle yeniyor. Bir başka müzeye “Müze Dostu” olunabiliyor, insanlar parası yettiği ölçüde seçkinlik derecesini beyan ederek ayrıcalıklardan faydalanabiliyor!
Sermaye sahibi azınlık, tüketimin toplumsal farkları sadece yaratmadığının, aynı zamanda onları tekrar tekrar kurduğunun bilincinde. Buradan hareketle, sanatı sunarak standardizasyona tabi tuttuğu kitle arasından taklitlerini üretiyor, yeni tüketicilerini de kendisi yaratmış oluyor. Özellikle 90’lı yıllardan sonra üretim ilişkilerinin değişmesi, beyaz yakalıların piyasa hâkimiyetini getirirken, yeni orta sınıfın çıkarları doğrultusunda İstanbul bir işletme metropolü yapılıyor. Bir yandan da kent “kirden” temizleniyor. İMÇ yıkılıp yerine “prestij villaları”, “rezidans”lar dikilmesi planlanıyor; AKM, kısa ve yoğun mekânsal tarihi görmezden gelinerek yıkılmak isteniyor; kamusal alan daraltılıyor; Sulukule, Tarlabaşı gibi bölgeler emlak rantına peşkeş çekilirken bugünkü sakinlerinin şehrin dışına sürülmesi amaçlanıyor. Sanat ve kültürün, yabancı ve yabancılaşmış turiste popüler bir malzeme olarak sunulması, kentin neoliberal politikalarla soylulaştırılması ile tamamlanıyor.
Asmalımescit “Soho”ya dönüşüyor, retro yeniden moda hale gelirken ülke solunun önce ezilip sonra tabiri caizse jiletle yerden kazındığı 80’ler için “party”ler yapılıyor; İstanbul Bienali’ne gelen misafirler Pera Palas’ta ağırlanıyor; “New Yorker”lık moda; en gözde mekân Babylon; en güzel müzik “Doğu soundlu techno”; sanatta yeni “trend”, mümkünse Tünel çevresinde bir mekanda, malzemesi ne olursa olsun biçimsel sıradanlık içinde ama içeriksel derinlik iddiasında, zemini kaymış ama alabildiğine “politik” güncel sanat oluyor. “Dünya kenti” mottosu, iş ilişkilerine dayalı bir tanımken dünya sanat endüstrisiyle bütünleşme sayesinde artık sanat da bu sınırlar içine dâhil ediliyor.
Tüm bunlar zaten yaşanıyorken İstanbul, “Avrupa Kültür Başkenti” payesi verilen kentler arasına giriyor. İş başa düştü deyip kısa sürede bu imkânı kentin ve kentlinin yararına çevirmek isteyen iyi niyetli gönüllüler ve niyetleri, küreselleşme çorbası içinde kaynayıp gidiyor. Yerel yönetimler ise, sermayeyle ilişkilerin güçlenmesinde başı çekiyor. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Haziran ayında bir konferans düzenliyor ve konferansın amacını “uluslararası ve Türkiye’den, kültür ve yaratıcı endüstriler alanında uzman belediyeci, uluslararası örgüt yöneticileri, akademisyenler, danışmanlar” ve elbette “şirket yöneticilerini bir araya getirerek dünyadaki son gelişmeler ve eğilimleri tartışmak” olarak açıklıyor.(2) “Kültür Endüstrileri İçin Politikalar ve Öngörüler: Küresel Yaklaşımlar”, “21. Yüzyılda Kültür Endüstrileri ve Kentsel Ekonomik Kalkınma”, “Kültür Endüstrileri Ürünlerinin Uluslararası Ticareti” ve “Kentleri Marka Yapma Sürecinde Yaratıcı Etkinlikler Kümelerinin Rolü” gibi başlıklara sahip oturumlarda, aralarında bir tane bile sanatçı bulunmayan ve geneli doğrudan şirket ya da şirketleşmiş üniversite veya farklı kültür kurumlarının yöneticilerinden oluşan insanlar, kültürün endüstrileşmesini ve İstanbul’un nasıl pazarlanacağını tartışıyorlar. “Kültür endüstrisi”, sanat çevrelerinin de dâhil olduğu geniş bir kesim tarafından uzun süredir, Adorno hiçe sayılarak sürekli tekrar ediliyor. Oysa onun seneler önce saptadıklarını bugüne kayıtsız şartsız uydurmak mümkün: Endüstri toplumu içinde yer alan insanın da bir endüstri ürünü gibi görülmesi, yani insanın herhangi bir nesne, reklâmcılık tabiriyle “insan malzemesi” haline gelmesi, “şeyleşmesi”ni doğurur diyordu Adorno. Kültür endüstrisi, bireyin sisteme yabancılaşmasını engeller ve onu esir alır. Kitleler onun ölçütü değil ideolojisidir. Sanat eserinin özerkliği, kültür endüstrisi tarafından, denetim mekanizmasının iradesi dâhilinde ya da dışında, bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılır.
Sistem bir kez daha insanın billurlaşmış emeğini, sanat üretimini kendisine yontmak, çıkarları doğrultusunda kullanmak için çeşitli yöntemler uyduruyor. Sanatın reklâma indirgenerek eğlencelik çerez yapılması, “sokağa inmek”, “vatandaşın ilgisini çekmek” olarak lanse ediliyor; sanatın da içi boşaltılıyor.
“Batılı” olmak isteyenler Batı’yı olduğu haliyle değil, arzuladıkları biçimde görüyorlar; Doğu’yu bir araştırma nesnesi yapmak isteyen oryantalistin onu istediği şekilde görmesi gibi. Sonuç olarak, kendi içimizde “öteki”ler yaratıp kendimize Batı’dan bakıyoruz. Şimdi bütün bunları kabullendiğimizi varsayarsak sormak ve cevap seçeneklerini üretmek gerek: İstanbul’un kültür başkenti yapılması; İstanbul’un öteki yüzünün, beyaz yakalıların daha çok tüketebilmesi ve daha steril bir yaşam sürebilmesi için hızla büyüyen “hizmet sektörü”ne mensup milyonlarca insanın hayatında bir anlık veya yaşam alanında küçücük de olsa bir değişiklik yaratabilir mi?
Dipnotlar
1 http://www.d-park.com.tr/hakkimizda.html
2 http://www.cci2007.com/tr/index.html