9 Eylül 2007 Pazar

Komşu: Nostaljik, İronik, Parodik!

Bu yazı "Plato" dergisinin Kasım - Aralık 2005 tarihli 2. sayısında yayınlanmıştır.

En büyük yanılsamalarımızdan biri, geçici yani kiracı olarak içinde bulunduğumuz konutu, gerçekten “bizim” olarak benimsememiz değil midir? Kendimizi güvende hissetmek gibi birtakım içgüdüsel zorunluluklardan yaparız belki bunu. Peki “evimiz” dediğimiz yeri ne kadar benimsersek, o ev ne kadar “bizim”se, evimizin karşısındaki ev de bir o kadar “başkası” değil midir? Başkası, biz olmayan, öteki; yani “komşu”muz.
Geçen aylarda dokuzuncusu gerçekleşen İstanbul Bienali’nin öncekilerden en önemli ayrışma noktalarından biri, kentte eş-zamanlı gerçekleşen etkinlikleri de bünyesi altında toplaması oldu. Bienal bu etkinliklerle birlikte ulaştığı alanı da genişletti böylece. Galeri Apel’de 15 Eylül – 22 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen “Komşu” sergisi de, söz konusu paralel etkinliklerden biriydi.
Bir tür sevme – sevmeme / nefret etme, çekişme, çekememe, öykünme, güvenme – güvenmeme gerilimi üzerinde kuruludur komşuluk ilişkileri: “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür”, “Komşuda pişer bize de düşer”, hatta hatta “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Ev alma komşu al”dır / mı dır?
“komşu” esaslı bir yazıda kullanılabilecek en klişe kalıplar olan bu atasözleri ne kadar nostaljik geliyorsa “komşuluk” kavramı da aynı “nostaljik” etkiyi bırakıyor artık. “Komşu” sergisinde de bu nostaljiyi bulacağınızı bilerek giriyoruz galeri kapısından içeri.
İlk olarak Yücel Kale’nin ahşap malzemeden “Posta Kutuları” ile karşılaşıyoruz; Kale, mask imgesini tekrarlayarak oluşturmuş posta kutularını. Mektubun kullanılmamaya başlaması ve yerini faturalara bırakması, bu gibi dekoratif öğeleri çoktan aranmaz hale getirdi bile. Yakın gelecekte “mail-box”larımızdan başka bir posta kutusuna ihtiyacımız olacağı ise, kuşku götürür bir konu.
Galerinin ikinci kata çıkan basamaklarında ilginç bir iş yer almış. Şakir Gökçebağ, kullanıldığı, birilerinin giydiği yani birilerine ait olduğu apaçık olan ayakkabı çiftlerini, ayakkabıların kesilmiş burunlarıyla beraber basamaklara dizmiş. Ayakkabı, kişinin en kendine özgü giysisi belki. Dostoyevski bir romanında, kişinin ayakkabısındaki yırtığın hiçbir giysideki yırtık kadar çok rencide edici olmadığından, ayakkabının kişinin dahil olduğu sınıfa yönelik önemli ipuçları taşıdığından bahsediyordu. Gökçebağ’ın basamaklara dizdiği ayakkabı yırtık değil kesik belki ama sahipleri hakkında, Dostoyevski’nin iddia ettiği ipuçlarını taşıyordu kuşkusuz. “İzler” isimli bu iş, bugün orta halli ailelerin yaşadığı bir apartmanda daire önlerine bırakılmış ayakkabılar ile ironik bir paralellik kurarak, “komşu” imgesinin zihnimizde yarattığı şekli ortaya çıkarıyordu.
Üst kata çıktığımızda, kaçınılmaz olarak güzel bir kokunun peşine düşüyoruz; büyük annelerimizin gardıroplarına, giysilerin arasına koyduğu kokulara benzer bir koku bu. Galeri Apel’in ana mekandan ayrı, bir seraya benzeyen odacığında Maria Sezer’in “Bensin-Senim” isimli işinden yayıldığını anlıyoruz kokunun. Sezer çalışmasını, karışık doğal malzemeden (kurutulmuş onlarca çeşit ot) ipler yardımıyla örerek yapmış. “Bensin-Senim” doğal malzemenin adeta organik, yumuşak hatlı, hiçbir forma benzetilemeyecek doğal bir oluşumu şeklinde. İş, malzemeyle kendini var etmiş. Yere sarkan parçalar, zemine serpilmiş otlar ile birlikte atmosfere yayılan muhteşem koku, işin yerleştirme niteliğinin ağır basmasına, sera ya da işle beraber gardırop benzerliği kazanmış odayla bütünleşerek izleyiciyi içeri çekmeye yol açmış. Dokumayı, kapı önlerine konan paspaslara benzeterek “Bensin-Senim”i sergi temasıyla bu şekilde doğrudan ilişkilendirmek mümkün. Tabi buna gerek varsa.
Galeri Apel’in “nostaljik” galeri mekanıyla bütünleşerek öne çıkan çalışmalardan biri de, sıvasız, tuğla duvar üzerinde yer alan, Lerzan Özer’in “acı khvnnkrkylhtrvr” adlı işi idi.
Bir zamanlar anlaşılabilmesi için “kahve” dememizin yeterli olduğu, komşu sohbetlerinin çayla birlikte en vazgeçilmez içeceği Türk kahvesinin o kendine özgü şık fincanları duvara sabitlenerek oluşturulmuş “acı khvnnkrkylhtrvr”. Fincanların her biri içilmiş kahvenin telvesini saklamış kendi içinde. Göz formundaki tabaklara sabitlenmiş fincanlar, duvara da gözü anımsatan bir biçimde yerleştirilmiş. Bu büyük göz, izlenilme tedirginliğini biz izleyene yaşatırken, telveli kahve fincanları da hem bakan hem bakılan olmuş böylece. Metafizik bir olgu olarak fal’ın da ön plana çıkarıldığı iş, Türk kahvesi içmenin o eskiye özgü nostaljikliğini hatırlatıyordu kaçınılmaz olarak.
***
Nostalji garip bir olgudur; içinde “nostaljik bulunan”a özlemle beraber biraz sitem de gizlidir. Nostalji geçmişte kalmış olandır, nostalji bile nostaljiktir artık; ve kişi bugünü yaşar. Bu durumsa, melankolik şekilde yadsımaya dayalı bir gerilimi içinde barındırır.
Serginin genelindeki nostaljik atmosfer söz konusu gerilimi de yaratıyordu. Örneğin, Galeri Apel’in bulunduğu apartmandan bir oda, Azade Köker’in “Fiskos” isimli çalışması için kiralanmış. Odaya, galerinin apartman kapısından çıkıp ulaşmak mümkündü. “Fiskos” iki sandalye ve ortada, üzerine yaşlı bir hanımın balkon sefasını gösteren bir videonun tavana asılı projektörden yansıtıldığı sehpadan oluşuyordu. Sehpanın vazgeçilmez süsü dantelli örtü ve ince belli çay bardakları da yerlerinde hazırdı.
Tüm hissettirdiklerinden yola çıkarak bir orta sınıf refleksi olarak da değerlendirebiliriz “nostalji” kavramını. Söz konusu yadsımaya dayalı gerilim, nostalji ile “yeni orta sınıf”ın elinde ironi ve parodi konusu olacak malzemeye dönüşmüştür. Örneğin eski siyah beyaz filmlerin parodileştirilmesi gibi... Azade Köker’in işindeki dantelli örtünün gerçek dantel değil de plastik bir benzeri olması ise, kurgulanmış ya da kurgulanmamıştı; ama yarattığı bir parodi!
“Fiskos”un bulunduğu odadan galeri mekanına dönerken farkına varıyoruz ki “gerçek” bir apartmandayız. İşte o noktada parodi yerini reel olana bırakıyor ve bir tür gel-git yaşıyoruz. Yan dairenin kapısının önü ayakkabı dolu, bir apartman sakini anahtarla kapıyı açıp giriyor ve zemin kattan gelen küf kokusu, apartman boşluğundaki yemek kokularına karışıyor. Belki o an dairelerden birinde, bizim az önce “Fiskos”u izlerken nostaljik bulduğumuz türden bir sehpada, üstelik gerçek bir dantel örtü üzerinde, ince belli bardakta çay içiliyor.
Fiskosun plastik dantel örtüsündeki parodi, Esma Paçal Turam’ın “Komşunun Lambası” ve “Çamaşır Günü” isimli işlerinde, malzemenin aynılığı (plastiğimsi bir malzeme olan silikonu kullanmış sanatçı) ve dantelsi işçiliği ile tekrarlanmış. Adından anlaşılacağı üzere, silikondan bir lamba ve galerinin penceresiyle iç mekana asılmış yine silikondan iç çamaşırları şeklinde idi çalışmalar.
“Komşu”, 1999’da “Sokak”, 2001’de “Hasat” ve 2003’teki “Bağ; Şairin Bahçesi” konulu sergilerin devamı niteliğinde oluşmuş. Küratörsüz yapılan bu sergi için önceden davet edilen sanatçılar komşu kavramı çerçevesinde yeni eserler hazırlamışlar. Sergide yer alan diğer sanatçılar Aslımay Altay, Ebru Yılmaz, Emre Senan, Engin Akın, Erhan Şermet, Lerzan Özer, Sümbül Eren ve Zeynep Perinçek. “Komşu”luğun bir değer olarak ortadan kaybolduğu vurgusu çerçevesinde, bu duruma dikkat çekmek; gelişme adına hızla değişen toplumsal ilişkilerle birlikte, “aynı evde yaşayanların bile artık birbirlerinden habersiz” oluşunu gözler önüne çıkarmak gibi niyetlerle yapılan sergi, özellikle bahsettiğimiz işler ışığında “pastich” yapmakla kendini sınırlıyor; günümüz “güncel” sanatının da kaçınılmaz açmazı olan “parodi”leştirme ile, sergide verilmek istenen düşünce böylece “ironi”yi aşmakta zorlanıyor. Elbette meseleye farklı bir perspektiften yaklaşan sanatçılar da vardı sergide. Emre Senan gibi… Senan, “Seyreden Komşu Korkuluğu” isimli işinde, duvardaki video ve videoyu seyreden “iskeletimsi” bir nesne ile yerleştirme yapmış. Animasyonla oluşturulan videoda, bir ev içinde olabilecekler, kadın-erkek ilişkileri ve aslında kişinin özelini, özgün bir biçimde anlatmış. Bienal’de de fazlasıyla kullanılan, alışılmış video işlerinden oldukça farklı idi Senan’ın çalışması. İşin bir “seyreden” ile tamamlanmış oluşu da, en yakınımızdaki “öteki” olan komşuyu kaçınılmaz seyretme içgüdümüzü işaret ediyordu. “ironi”, “parodi” ya da “nostalji”den sıyrılan bir iş “Seyreden Komşu Korkuluğu”.
“Komşu” sergisinin açılış gecesi gerçekleştirilen “performans” da hayli “ironik” gelebilir. Engin Akın’ın düzenlediği, Cezayir Lokantası’nda 25 çeşit pilavın dağıtılıp yenmesiyle yapılan “Pirinç Yolu” performansı -pilavlar da pilavları yapanlar da dünyanın farklı coğrafyalarındandı-, Sarkis’in 4. İstanbul Bienali’ndeki “Pilav ve Tartışma Yeri”ni hatırlattı. Oldukça kalabalık olan gecede enfes pilavlarla dolu tabaklar, pirinç yiyeceğine özgü kültürün getirdiği Doğu tarzı toplumsal katılımı temsil ederken, diğer eldeki şarap dolu kadehler de Batı tarzı bireysel özgünlüğü temsil ediyordu sanırız!